miZkdg. Sözler Köşkü Can Yücel Su Gibi Şiiri Yazımızda Can Yücel Su Gibi Şiiri yer almaktadır. 7 yıl süre ile milli eğitim bakanlığı yapmış ve eğitim noktasında önemli… Devamını Oku » Sözler Köşkü Ben Deliyim Şiiri Sözleri Ercan İntaş tarafından yazılan ve birçok kişi tarafından da merakla araştırılan Ben Deliyim Şiiri Sözleri aşağıda yer almaktadır. Nitekim bu… Devamını Oku » Sözler Köşkü Hasta Olan Birine Ne Denir? Geçmiş Olsun Mesajları 2021 Bu yazımızda Hasta olan birine ne denir, yakını hasta olanına ne denir sorusunun cevabını sizler için seçtiğimiz sözler ile cevapladık.… Devamını Oku » Sözler Köşkü Mirza19 Nisan 2021 Yakını Ölen Birine Ne Denir? Teselli Mesajları 2021 İnternet ortamında Yakını ölen birine ne denir ve teselli mesajları sıklıkla aranmaktadır. Buna dair açıklayıcı bir yazı... Devamını Oku » Sağlık Bıngıldak ne zaman kapanır? merak edilenler… Yeni doğmuş bebeklerin kafataslarında henüz sertleşmeyi Bıngıldak ne zaman kapanır sağlamamış ön ve arka kemikleri vardır. Nitekim fontanel de denen… Devamını Oku » Sosyal Medya Tiktok Video İndirme Filigransız 2021 Bu yazımızda Tiktok video indirme filigransız işlemine detaylı bir şekilde değineceğiz. Bu noktada İOS ya da Android işletim sistemi fark… Devamını Oku » Sözler Köşkü İnstagram Biyografi Sözleri Dini 2021 Son dönemlerde merak konusu olmuş İnstagram biyografi sözleri dini derlemesi yazımızda bulunuyor. Facebook bir yana İnstagram özellikle de son yıllarda… Devamını Oku » Sosyal Medya Binance Para Yatırma Sorunu 2021 Mobil Çözüm Binance ülkemizde ve dünyada başlıca kripto para ticareti yapanların merkezi olarak bilinir. Nitekim ocak 2018 yılında kurulmuştur ve kurulduğundan bu… Devamını Oku » Sözler Köşkü Mirza15 Nisan 2021 Ameliyat Olana Ne Denir? Mesajları Günlük hayatta yakınlarımız, dostlarımız ya da uzaktan Ameliyat Olana Ne Denir tanıdığımız insanların ameliyat olma olasılıkları bulunur. Bu nedenle kendilerine… Devamını Oku » Sağlık Dil Yanmasına Ne İyi Gelir? Tedavisi için 10 basit yöntem Dil yanması, çoğu zaman bizlerin hem koku hem de tat alamamamıza neden olur. Bu anlamda çeşitli sebeplerle ağzımızda olsan bu… Devamını Oku » Nesh, lügatte İzale etmek, gidermek, yok etmek, değiştirmek, tebdil, tahvil ve nakletmek manalarına gelir. Istılahta ise Şer’i bir hükmün, ondan sonra gelen şer’i bir delil ile kaldırılmasıdır. Tıpkı yeni çıkarılan bir kanunla bir evvelki kanunun yürürlükten kaldırılması gibidir. Sonradan gelen şer\’i delil “nasih=nesheden”, kaldırılan şer’i hükme ise “mensûh = neshedilmiş” denir. Artık onunla amel edilmez. Burada ifade edelim ki, nesh muvakkat olarak konulan şer\’i bir hükmün, zamanı gelince şer\’i bir delil ile son bulduğunu bildirmekten ibarettir. Bu bakımdan nesh, ALLAH Teâlâ\’ya göre beyan, insanlara göre ise hükmü başka bir delille değiştirmek, tebdil etmektir. Çünkü o hükmün hangi zamana kadar devam edeceğini Cenab-ı Hakk önceden bilmektedir. İnsanların ise bu konuda bilgisi bulunmamaktadır. Nesh halinde bazen bir hükmün yerine başka bir hüküm konulabileceği gibi, bazen de sadece hüküm kaldırılmış olur. Meselâ, Namazda Kudüs\’e yönelme hükmü kaldırılmış, onun yerine Kâbe’ye yönelme hükmü getirilmiştir. Hâlbuki mut\’a nikâhı ve şarabın içilmesi neshedildiği halde onların yerine başka hükümler getirilmemiştir. Yeni konan hüküm, neshedilen hükme eşit olabileceği gibi, bazen ondan daha hafif veya daha ağır Nisa sûresi 160. ayet-i kerimesinde Yahudilere bir kısım helalin haram kılındığı belirtilir. Ağır hükümden tağlîz vazgeçilir, yerine hafif hükümler tahfif konur. Enfal suresinin 66. ayet-i kerimesinde bunun örneği görülür. Nesh, aklen ve naklen caizdir Nesh, aklen caiz ve haddi zatında vakidir. Şöyle ki ALLAH Teâlâ kulları hakkında dilediği gibi tasarruf edebilir. Kullarını bir zaman bir hükme, diğer bir zaman da başka bir hükme tabi tutabilir, buna kimsenin itiraz hakkı yoktur. Bununla birlikte ALLAH Teâlâ, hakimdir, rahimdir, kullarının faideleri için bazı hükümlerini tebdil buyurmasına ne mani vardır? Zamanların, mizaçların değişmesiyle ilaçlar da değiştiği gibi vakitlerin değişmesiyle insanların maslahatları değişebilir. İşte bundan dolayı bazı hükümlerde değişikliğin olması aklen caiz ve hikmete muvafıktır, uygundur. Nesh naklen de caiz ve sabittir. Müşriklerin ve Yahudilerin “Muhammed\’i görmüyor musunuz ki! Ashabına bugün bir şeyi emrediyor sonra, onu yasaklayarak tersini emrediyor. Bugün bir söz söylüyor, yarın ondan dönüyor. Bu Kur\’an, Muhammed\’in kendi tarafından uydurduğu sözden başka bir şey değildir” demeleri üzerine şu ayet-i kerîme nazil oldu “Biz bir ayet-i, nesh ettiğimiz diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit ki, ALLAH Teâlâ neyi indireceğini çok iyi bilendir, dediler ki Sen ancak bir iftiracısın. Hayır! Onların pek çoğu bilmezler.”2 “Biz neshettiğimiz yani hükmünü diğer bir ayetle değiştirdiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetin yerine ya ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz. Şüphesiz ALLAH Teâlâ\’nın her şeye ziyade kadir olduğunu bilmedin mi? Elbette bildin.”3 İşte, arz edilen bu ayet-i kerimeler neshi haber vermektedir. Nitekim önceki peygamberlerin şeriatlarında nesihler vuku bulduğu gibi, peygamberlerimizin şeriatı da önceki şeriatları neshetmiştir. Aynı şekilde, efendimizin getirdiği fer\’i hükümlerde de neshin vukuu görülmektedir. Meselâ Kıblenin tahvili buna delildir. Bunların hepsi bir hikmeti ilahiyye gereğidir. Cenab-ı Hak bu meseleleri zaten ilmî ezelisiyle böyle bilip takdir buyurmuştur. Zamanı gelince de bunları Peygamberleri vasıtasıyla kullarına bildirmiştir. Bu cihetle ALLAH Teâlâ\’nın ilminde ve takdirinde asla bir değişiklik olmuş sayılmaz. Bilâkis bu, idarî ve içtimaî bir hikmet ve maslahata binaen böyle takdir edilmiştir. İslâm âlimlerinin ekserisi, neshin Kur’ân-ı Kerîm\’de mevcud olduğunu kabul etmişlerdir. Bunlar, Kur’ân-ı Kerim\’in kendisinden önceki kitapları neshine ilaveten, yeni kurulmaya başlayan İslam nizamının inkişaf ve tekamülü için nesih keyfiyetini tabiî birşey olarak karşılamışlardır. Neshin Şartları 1- Mensûh gibi, nâsihin de fer\’i, şer\’i delil olması gerekir. 2- Nâsihin, mensûh delil kuvvetinde veya ondan daha kuvvetli olması gerekir. Başka bir ifadeyle, şer\’i delil Kur\’an ve Sünnet nassı yani ayet-i kerime veya sahih hadis-i şerif olmalıdır. İcma ve kıyas, Kur\’an ve Sünnet kuvvetinde olmadıkları için nâsih olamazlar. Şöyle ki Kıyas ile, icma ile bir şer\’î hüküm nesh edilemez. Çünkü nesh, yalnız Resûli Ekrem Efendimizin hayatında vaki olabilirdi. O\’nun hayatında ise nesh, kıyas ile veya icma ile değil, ancak kendisinin beyanatı ile malûm olabilirdi. Bir de kıyas, bir zannî delildir. Nass ile sabit bir hükmü nesh edemez. İcma ise Efendimizin zamanında cari olamazdı, dinî hususlarda bizzat kendisine müracaat edilirdi, kendisinin beyanatı aksine bir icma vukuu tasavvur olunamazdı. İcma, Resûl-i Ekrem Efendimizin beyanının altındadır. Resûlullah Efendimizin tek başına beyanatı kafidir. İcma, Efendimiz hayatta iken bir hüccet olamazdı. Efendimizin zamanından sonra ise nesh cari olamaz ki, icma ile vaki olabilsin. Velhasıl Kıyas ile icma, ne nâsih ve ne de mensûh hiçbiri olamaz. 3- Nâsih delil, mensûh hükümlerden sonra gelmiş olmalıdır. 4- Eğer nesih sarih değilse, her iki nassın tevfîkı yani bağdaştırılması imkansız bulunmalıdır. Muarız nassların bağdaştırılması mümkün olan yerlerde nesih cihetine gidilmez, tevfik veya te\’vil ciheti tercih edilir. Neshin zamanı Nesh, efendimiz zamanında vuku bulmuştur. O\’nun vefatından sonra ise neshin vuku bulması mümkün değildir. Çünkü nesih vahiy yoluyla olmaktadır. Vahiy dönemi O\’nun vefatıyla bittiğine göre, O\’ndan sonra neshin vuku bulması da düşünülemez. Neshin mahalli, yeri 1- Fer\’î, şer\’î hükümlerde nesh cereyan eder. Ancak nasslarda o hükmün kıyamete kadar devam edeceğine dair bir delil bulunursa, o naslarda nesih cereyan etmez. Meselâ, “Onların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin.”4 ayet-i kerimesindeki “Ebeden” sözü bu hükmün kalkmayacak şekilde daimi olduğunu gösterir. Enes b. Malik den rivayete göre Efendimiz “Cihad, ALLAH Teâlâ\’nın beni peygamber olarak gönderdiği bu günden, bu ümmetin Deccâl\’e karşı savaşacak en son ferdine kadar cereyan edecektir. Onu, ne imamın zâlim olması, ne de âdil olması ortadan kaldıramayacaktır.”5 Hadis-i şerifi de, cihad hükmünde neshin mümkün olmadığını, cihadın kıyamete kadar devam edeceğini açıkça ifade etmektedir. İtikadi hükümler yani iman esasları da zamanla değişmeyecekleri için nesih vuku bulmaz. Aynı şekilde, hissi ve akli hükümlerde de nesih düşünülemez. Meselâ, “Ateş yakıcıdır, alem hadistir” sözlerinde olduğu gibi. Çünkü bunlar, mahiyetleri icabı zamanla değişmezler. Haksız yere adam öldürmek, zulmetmek, yalan söylemek gibi aklın kötülüğüne hükmedilebileceği kötülükleri yasaklayan ve bunlardan sakındıran nasslarla, adalet, anababaya iyilik, ikram gibi iyiliğini insanın kavrayabileceği hukukî, ahlâkî hükümleri ihtiva eden nasslarda nesih düşünülemez. Tarihi hadiselerden haber veren nasslarda da nesih tasavvuru mümkün değildir. Meselâ, Âd kavminin sarsıntıyla yok edildiğini bildiren âyet-i kerimelerde nesih düşünülemez. Ayet-i kerime ve hadis-i şerifler arası nesh Ayet-i kerimenin ayet-i kerimeyle, hadis-i şerifin hadis-i şerifle neshi ittifak edilen noktadır. İhtilaf; âyet-i kerimenin hadis-i şerifi, hadis-i şerifin âyet-i kerimeyi neshindedir. Bunlar yanında sünneti âhâd, mütevâtir bölümlerine ayırarak nesih vak\’ası içinde her biri için ayrı iddiada bulunanlar vardır. Burada Kur’ân-ı Kerim\’in sünneti, sünnetin ayet-i kerimeyi neshini gösteren misallere yer vereceğiz. Kur’ân-ı Kerim ayet-i kerimelerinin neshi 1- ayet-i kerimenin ayet-i kerimeyi neshi Ayet-i kerimelerin hepsi sübut yönünden eşit olduğu için birbirini neshetmesi caiz ve vâkîdir. Meselâ Mirasla ilgili âyet-i kerimeler gelmeden önce, kişinin servetinden ana, baba ve akrabalarına bir miktar verilmesi için vasiyet etmesi “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek ALLAH Teâlâ \’dan korkanlar üzerine bir borçtur.”6 ayet-i kerimesiyle farz kılınmıştı. Ancak, Nisâ sûresinde gelen 11 ve 12. miras âyet-i kerimeleri ile herkesin hakkı kesin ve net olarak belirlenmiş, Ebu Ümame den rivayete göre Efendimiz de “ALLAH Teâlâ her hak sahibine hakkını vermiştir. Öyleyse varise vasiyet yoktur.”7 buyurmuş, böylece yukarıdaki âyet-i kerime neshedilmiştir. Fakat mirastan payı olmayan akraba ve düşkünlere ve hayır müesseselerine vasiyet bâkidir. Her Müslüman gönüllü olarak servetinin üçte birini istediği yere vasiyet edebilir. 2- Âyet-i kerimenin hadis-i şeriflerle neshi Ebu Hanife, İmam Malik gibi alimler Sünnetin de vahiy mahsûlü olduğunu ileri sürerek mütevatir ve meşhur sünnetle Kur’ân-ı Kerim ayet-i kerimelerinin neshedilebileceğini ifade etmişlerdir. Meselâ, Bakara sûresi, 180. ayet-i kerimesinin sünnetle neshi gibi. Sünnetin neshi 1- Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’le neshi İmam Şafii’den başka alimler, sünnetin Kur’ân-ı Kerim’le neshini caiz görmüşlerdir. Meselâ, efendimiz Medine\’ye hicret ettikten sonra Beyti Makdis\’e yönelerek namaz kılmışlardır. Sonradan bu sünnet “Yönünü Mescidi Haram\’a çevir”8 ayet-i kerimesiyle nesholunmuştur. 2- Sünnetin sünnetle neshi Mütevatir ve meşhur sünnetle sünnetin bütün nevilerinin neshi caizdir. Ahad sünnetin ahad sünnetle neshine bir mani bulunmamaktadır. Meselâ, İslam\’ın başında putperestliğin tesirini azaltmak için Hz. Peygamber Efendimiz insanları kabir ziyaretinden menetmişti. Sonradan İslam kökleşip, iman kalplerde iyice yerleşince artık, kabirlere tapınmak mevzubahis olmayınca bu hükmü, Büreyde den rivayete göre “Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size ahireti hatırlatır.”9 buyurarak neshetmiş ve bu yasağı kaldırmıştır. Neshi Tesbit ve Bilme Yolları Bir hükmün nâsih ve mensuh olduğu dört yolla bilinir. 1- Hz. Peygamber Efendimizin beyanı ile neshin bilinmesi Hz. Peygamber Efendimizin bazan açık olarak nesih ifadesini kullanarak bazan da neshe delalet edecek zımnî beyanlarıyla neshe işaret etmiş olabilir. Meselâ kabirleri ziyaret yasağının kaldırıldığı bizzat kendi ifadelerinde yerini bulmuştur. 2- Sahabenin verdiği bilgilerle neshin tesbiti ve bilinmesi Hz. Ali “Resûlullah Efendimiz, cenaze geçerken kalkmamızı bize emrederdi, kendisi oturdu, bize de oturmamızı emretti.” sözü10 ile Sa\’d nun “Biz secdeye giderken ellerimizi dizlerimizden önce yere koyardık, ellerimizden önce dizlerimizi yere koymakla emrolunduk.” sözleri11 buna açık birer misaldir. Bir de sahabinin “Bu, iki uygulamanın sonuncusudur, falan hüküm nesholundu.” gibi sözleri de neshi belirtir. Mesela Hz. Peygamber Efendimizin en son yaptığı iki işten biri ateşte pişen bir şey yenince abdest almayı terk etmek 3- İki müteârız hadis-i şerifin vürud târihlerinin bilinmesiyle nesh anlaşılır. Muahhar olan nâsih, mukaddem olan yani önceki mensûhtur. Meselâ, Şeddât ve Ebu Hureyre dan rivayete göre Resûlullah Efendimiz “Hacamat yapan kişinin de, hacamat olan kişinin de orucu bozulur.”13 buyurdu. Bu rivayete göre hacamat yapanın ve yaptıranın oruçları bozulur. Abdullah b. Abbas rivayetine göre ise Hz. Peygamber Efendimiz ihramlı ve oruçlu olduğu halde kan Bu nâsihtir. Çünkü Şeddât ve Ebu Hureyre rivayet ettiği hadis-i şerif Mekke-i Mükerreme’nin fethi senesinde varid olmuştur. Abdullah b. Abbas ise, Hz. Peygamber Efendimizin kan aldırdığına Veda Haccı senesinde şahid olmuştur. Mekke-i Mükerreme’nin fethi veda haccından daha öncedir. İşte muahhar olan fiili sünnet ile mukaddem bulunan hadis-i şerifin neshedildiği anlaşılmaktadır. 4- İcmâ ile neshin tesbiti ve bilinmesi Alimlerin birbirlerine muarız iki delilden birinin önce ve diğerinin daha sonra geldiği hususunda ittifak etmeleriyle nesh tesbit edilir. Mesela Muaviye den rivayete göre Resûlullah Efendimiz buyurdular ki “Kim şarap, içki içerse dayak cezası verin. Dördüncü sefer tekrar ederse öldürün.”15 Bu rivâyet farklı şekillerde gelmiştir. Hepsi de ilk üçte ceza olarak dayak atmayı, dördüncü seferde öldürmeyi emreder. Sonradan nesh edilmiştir. Cumhur bu görüştedir. Bir kimse, içki yüzünden öldürülmez, dördüncü değil onuncu kere içmiş olsa bile. Tirmizî\’nin, İlel kısmında açıkladığına göre, bu hadis-i şerifle amel eden tek fakih çıkmamıştır. Dolayısıyle, bu hadis-i şerifle amel etmeme hususunda icmâ hasıl olmuştur. Bazı alimler “Hadis-i şerif, hükmüyle amel edilmemesiyle hasıl olan icma ile mensuhtur.” demiştir. Ayrıca Kabîsa b. Züeyb den rivayete göre Resûlullah Efendimiz buyurdular ki “Kim şarap, içki içerse dayak cezası verin. Eğer tekrar içerse, dayak cezası verin. Eğer tekrar içerse, dayak cezası verin. Üç veya dördüncü sefer tekrar içerse öldürün.”16 Fakat daha sonra Resûlullah efendimize şarap içmiş bir adam getirildi. Hemen dayak cezası verildi, sonra tekrar getirildi, yine dayak cezası verildi, sonra tekrar getirildi, yine dayak cezası verildi, sonra tekrar getirildi yine dayak cezası verildi ve öldürme kaldırıldı. Artık, ölüm cezası bir ruhsat olarak Bu rivayete göre, mezkûr hadis-i şerif icma ile değil, bizzat Resûlullah efendimizin sünneti ile nesh edilmiştir. Bir ayet-i kerimenin, bir hükmün nasih veya mensuh olduğunu tayin hususunda rey ve içtihat ile hareket olunamaz. Bu ancak sahih bir nakl ile, bir tarih ile bilinir. Bir kısım müfessirler, müellifler, nasih ile mensûhun adedini pek çok göstermiş, bunlara dair müteaddid kitaplar yazmışlardır. Fakat Fahri Razi gibi müdeddik müfessirler, alimler, hakikaten nasih ile mensuh olan ayetleri tayine muvaffak olmuş, bunların öyle zan edildiği kadar çok olmadığını ispat etmişlerdir. İmam Süyutinin “Itkan”ında yazdığına göre bunlardan adedi nihayet yirmi veya yirmi birden ibarettir. Aralarını te\’lifi kabil, aralarında bir muaraza gayri zahir olan bir kısım ayet-i kerimeleri, hükümleri nasihiyetle, mensuhiyetle zikretmek sathi düşüncelerden ileri gelmiş Kur’ân-ı Kerim\’de nesh çeşitleri Kur\’an\’da vukubulan nesih dört kısma ayrılmıştır 1- Hem tilaveti yani okunması hem de hükmü mensûh ayet-i kerimeler Bazı rivayetlere göre Efendimiz zamanında bazı ayet-i kerimelerin hem tilaveti hem de hükmü nesh olunmuştur. Nitekim Enes b. Malik şöyle demiştir ALLAH Teâlâ, Meune kuyusunda öldürülenler hakkında ayet-i kerime indirmişti ki, biz o ayet-i kerimeyi nesh olununcaya kadar okurduk. Şöyle ki “Dikkat! Kavmimize ulaştırın ki, şüphesiz biz Rabbimize kavuştuk. Bizden razı oldu ve bizi razı etti.”19 Ebu Musa\’l-Eş\’ari şöyle demiştir “Biz Kur’ân-ı Kerim’de uzunluk ve şiddet bakımından Bera\’e Suresine benzettiğimiz bir sure okurduk, o bana unutturuldu. Yalnız onun “Adem oğlunun iki vadi dolu malı olsa, üçüncüsünü ister. Ademoğlunun karın boşluğunu ancak toprak doldurur!” ayet-i kerimesi hatırımda kaldı. Yine biz uzunlukta Müsebbihattan yani Sebbeha ile başlayan sûrelerden birine benzettiğimiz bir sûre okurduk. Baş tarafı “Sebbeha lillahi mâ fissemâvâti” idi. O da bana unutturuldu. Sadece “Ey inananlar yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz, sonra boynunuza tanıklık yazılır, kıyamet gününde ondan sorulursunuz.” ayet-i kerimesi hatırımda Yine Hz. Ömer biz şöyle bir ayet-i kerime okuyorduk “Babalarınızdan yüz çevirmeyin! Kim babasından yüz çevirip onu terk ederse bu küfürdür yani o kişi aile nimetine nankörlük etmiş olur.”21 Önemli not Neshin bu çeşidi Resûlullah Efendimizin zamanına mahsustur. Ahirete teşriflerinden sonra artık böyle bir nesh asla caiz değildir. Hiçbir ayet-i kerime hakkında unutmak veya okunmasının terk olunması tasavvur olunamaz. “Kur’ân-ı Kerim’i şüphesiz biz indirdik. Ve muhakkak O’nu muhafaza da biz edeceğiz”22 ayet-i kerimesi bunu haber vermektedir. 2- Tilaveti yani okunması mensûh olmayıp, yalnız hükmü mensûh olan ayet-i kerimeler. Meselâ “Sizden ölüp de dul eşler bırakan kimseler, hanımlarının, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda sağlıklarında vasiyet etsinler.”23 Zina eden kadınların dil ile eza ve hanelerinde haps edilmeleri hakkındaki “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut ALLAH Teâlâ onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin. İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara ceza verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü ALLAH Teâlâ tevbeleri çok kabul eden ve çok esirgeyendir.”24 ayet-i celilenin hükmü nesh edilip tilaveti baki kalmıştır. Bu tilavetin de ayrıca hükümleri vardır. Bunun teberrüken okunması bununla namazın caiz olması, bununla geçmiş hükmün bilinmesi ve ümmet hakkında bir nimeti ilâhiye olarak kolaylık gösterildiğini bildirmek gibi. 3- Hükmü bakî, tilaveti mensûh olan ayet-i kerimeler. Hz. Ömer şöyle demiştir “Gerçekten ALLAH Teâlâ, Hz. Muhammed Efendimizi hak din ile göndermiş ve kendisine kitabı indirmiştir. ALLAH Teâlâ\’nın indirdiği şeyler içinde recm ayet-i kerimesi de vardı. Bizler o ayet-i kerimeyi okuduk, akledip anladık ve iyice ezberledik. Bunun içindir ki, Resûlullah Efendimiz recmetti, O\’ndan sonra biz de recm ettik. Ben insanlara zaman uzayıp da bir diyenin Biz ALLAH Teâlâ\’nın kitabında recm ayet-i kerimesini bulmuyoruz, demesinden ve ALLAH Teâlâ\’nın indirmiş olduğu bir farizayı terk etmeleri suretiyle sapıklığa düşmelerinden endişe ediyorum. Recm, ALLAH Teâlâ\’nın kitabında sabit bir haktır. Bu erkeklerden ve kadınlardan evlenip de zina eden, zinası da beyyine yani açık delil ile yahud gebelik ile yahud da itiraf ile sabit olan kimselere uygulanır.”25 Hz. Ömer bahsettiği recm ayet-i kerimesi şu idi “Erkek ve kadın iki yaşlı yani evli kimse zina ederse, her ikisini de ALLAH Teâlâ\’dan ibretli bir ceza olarak recmedin. ALLAH Teâlâ aziz ve hakimdir.”26 Yine Abdullah b. Mes\’ud mushafında olan Maide sûresi 89. ayet-i kerimesinde “mütetabiat” kavli şerifi gibi ki, bunun nazmı mensuh ise de hükmü bakidir. Keffareti yeminden dolayı tutulacak üç günlük oruçta ara verilmemesi yani peşpeşe olması gerekir. Yalnız tilâvetin mensûhiyetindeki hikmet Ümmeti merhumenin emri ilâhiye ne derecelerde imtisal gösterdiğini izhardan, vesaireden ibarettir. Çünkü tilavet olunan bir nas bulunmadığı halde onun mücerret rivayet edilen hükmüne imtisal edilmesi, ümmeti merhumenin hakka ibadet ve taat hususundaki mükemmeliyetini, yüksek diyanetini ortaya çıkarır. 4- Aslında hükmü baki olduğu halde bir vasfı mensuh olan hükümlerdir. Meselâ Aşura orucunun farziyeti nesh edildiği halde cevazı mendup olarak kalmıştır. İşte bunda asıl hüküm ki oruçtur, o nesh edilmeyip onun vasfı olan farziyyet nesh edilmiştir. Nasih, mensûhtan ya daha hafif veya mensûha müsavi veya mensûhtan da meşakkatli olur. Meselâ Bir zaman Ramazan şerif gecelerinde uyuduktan sonra yiyip içmek hanıma cinsi münasebette bulunmak haram idi. Sonra bunlar fecre kadar mubah oldu. İşte burada nasih, mensûhtan daha hafiftir. Yine bir zaman Mescidi Aksaya doğru namaz kılınırdı, sonra Kabe-i Muazzama\’ya doğru kılınması emr olundu. Bunda da nasih, mensuha müsavidir. Orucun farz kılındığı ilk yıllarda oruç ile mükellef olanlar, oruç tutmak ile fidye vermek arasında muhayyer idiler. Sonra oruç tutmaya muktedir olanlar için herhalde oruç tutmaları farz oldu. Burada nasih, mensûhtan daha meşakkatlidir. Neshi Bilmenin Önemi Kur’ân-ı Kerim ilmini bilmeyen, O’nun iniş sebeplerinden, nasih ve mensuhundan habersiz bulunan, ayet-i kerimelerin taşıdığı ilmî, ahlakî, fıkhî ve tasavvufî manalara aşina olmayan, Arapçasının lügat ve ıstılah anlamlarından bir şey anlamayan, aynı zamanda Efendimizin ayet-i kerimeleri nasıl izah ettiğini araştırmayan kimsenin ayet-i kerimeleri tefsir edip hüküm çıkarması caiz değildir. Rivayete göre, bir kere mescide girmiş, insanları korkutan bir adama rastlamış – Bu kimdir? diye sormuş. – İnsanlara vaaz eden bir adam, demişler. Efendimiz – O, insanlara vaaz eden bir adam değil, ancak ben filan oğlu filanım beni tanıyın demek isteyen bir adamdır, demiş. Sonra bir adam gönderip yanına çağırtarak, ona – Nasih ve mensûhu bilirmisin, demiş. O da – Hayır! Deyince, Efendimiz – Bizim mescidimizden çık! Burada vaaz etme! Buyurmuştur. Bir rivayete göre de, Abdullah b. Abbas vaaz eden bir adama rastladı. Onu ayağıyla dürterek – Sen nasih ve mensûhu bilir misin? dedi. O da – Bilmem, deyince – Kendin de helak oldun, dinleyenleri de helak ettin! Dedi. Huzeyfe şöyle demiştir “İnsanlara ancak üç kişiden biri fetva verebilir 1- Kur’ân-ı Kerim\’in nasih ve mensuhunu bilen. Bu, gibi kişilerdir. 2- Mutlaka fetva vermesi gereken kişi. Yani kendinden başka fetva veren olmadığı için mecbur kalan ve bildiği kadar fetva veren. 3- Zorla kendini biliyormuş gibi gösteren ahmak adam. Ben ilk iki kişiden biri olamadım üçüncü kişi de olmak istemem.”27 Resûlullah Efendimize indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerim, geçmiş kitapların hepsini neshettiği gibi, İncil, Tevrat\’ı, Tevrat da kendinden evvelki şeriatın bir çok hükümlerini neshetmişlerdir. Meselâ Cumartesi gününde çalışmak, Yahudilere haram olduğu halde Müslümanlara helal sayılmıştır. Böylece haram hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. zamanında neslin çoğalma zarureti karşısında kız kardeşin erkek kardeşiyle evlenmesi caiz kılınmıştı. Nesil çoğalıp arzu edilen seviyeye gelinince bu hüküm neshedilmiş ve artık iki kardeşin birbiriyle evlenmesi yasaklanmıştır. tufandan kurtulduğu zaman, insan neslinin devamı ve sağlam bünyeli bir neslin yetişmesi zarureti ortaya çıkmıştı. Her taraf tufanın tesiri altında kalıp, bir çöl halini aldığından yeteri kadar gıda maddesi temin etmek mümkün olmuyordu. Bu sebeple birçok veya bütün hayvanların eti onlara helal kılınmıştı. İsrailoğulları devrinde ise bu zorluk kalktığından hayvanların çoğu haram kılınmış, iç yağlarına bile müsaade edilmemişti. Neshin Hikmetleri Neshin bir çok hikmetleri vardır. Bunlardan bazılarını zikredelim 1- İnsanların maslahat ve menfaatlerini gözetme. Şer\’i hükümlerin asıl maksadı insanların maslahatlarını gerçekleştirmektir. Herhangi bir hüküm bir zaman sonra yürürlükten kaldırılmış ve onun yerine başka bir hüküm ikame edilmişse, onda insanların menfaatleri olmuştur. Çünkü insanların maslahatları zaman zaman ve yer yer değişebilir. 2- İnsanları tedrici bir şekilde dine ısındırma. Dini tebliğde esas olan insanları nefret ettirmek değil, dini sevdirmektir. Psikolojik olarak iyi veya kötü adet ve alışkanlıklara saplanmış bir cemiyeti, bu alışkanlıklardan bir anda koparmak mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim, Efendimizin tebliği ile 22 küsur sene zarfında insanları ve toplumları tedrici bir şekilde ve yumuşatmak suretiyle İslam Dini\’ne yaklaştırmıştır. Mesela dini ibadetlerin konuluşunda, içkinin yasaklanışında tedrici metodun uygulandığını müşahade etmek mümkündür. 3- İnsanları imtihan etmek. İnsanlar dünyaya imtihan için gelmişlerdir. İmtihanda başarılı olanlar mükâfatı artırılacak, muvaffak olamayanlar ise cezalandırılacaktır. Cenab-ı Hakk emirlerini her insanın takatine göre yöneltmiştir. Efendimizden önceki insanların fer\’i hükümleri başka, kendi ümmetinin hükümleri başkadır. Her ümmet, kendine tebliğ edilen hükümlerden mesuldür. İmtihanı ona göre yapılacaktır. Çünkü mükellef kılmak ALLAH Teâlâ\’ya ait bir yetkidir. İnsanlara düşen, emir ve yasaklara riayet Netice olarak diyebiliriz ki Ayet-i kerimelerin tarihi bir yolla izah edilip açıklanması bakımından nesh meselesi mühim rol oynamaktadır. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerim\’in tefsirini yapmak isteyen bir kimseye çeşitli bilgiler yanında, nesh meselesini bilmesi de şart koşulmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de bütün insanlığı saadete ulaştıracak hareket kaideleri mevcut ve kendisine ittiba edenlerin ne yolda hareket etmeleri gerektiğini bildirmektedir. Psikolojik olarak, iyi veya kötü adetlere saplanmış olan bir cemiyeti bu alışkanlıklarından bir anda koparıvermek mümkün değildir. İşte Kur’ân-ı Kerim, insanları ve cemiyetleri dini bir taktikle veya başka bir deyimle, tedrici olarak yumuşatmak suretiyle kendine yaklaştırmış oluyordu. Kur’ân-ı Kerim’i iyi anlayabilmek ve O’nun ayet-i kerimeleri hakkında doğru hükümler verebilmek için mutlak surette nesh meselesini bilmeye ihtiyaç vardır. dipnot 1 Serahsi, Usul, 2/54 2 Nahl Sûresi 101-103 3 Bakara Sûresi 106 4 Nur Sûresi 4 5 Ebu Dâvud, Cihad35, No2532 6 Bakara Sûresi 180 7 Ebu Davud, Büyû 90, No3565, 3/296, Vesaya 6; Tirmizî, Vesaya 5, No2121, Buhari, Vesaya 6, Neseî,Vesaya 5, İbn-i Mace, Vesaya 6 8 Bakara Sûresi 144 9 Müslim, Cenaiz 106, No977; Ebu Davûd, Cenaiz 81, No3235; Tirmizî, Cenaiz 60, No1054; Nesâî, Cenaiz 100, 4, 89; Hakim, Müstedrek, Cenaiz; 1/375 10 Hanbel; No624, 1/82; İbn-i Hıbban, No3056, 7/326 11 Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, Salat, No 2692, 2/430 12 Neseî; Taharet123; No185; 1/ Hıbban; Vuzu No1134; 3/ Dâvud; Taharet75; No192; 1/ Huzeyme; Taharet31; No43; 1/28 13 Taberani, el-Mu\’cemu’l-Evsat, No 5017; 6/11; Ebu Ya\’la; No 6211; 5/397; El-beyan ve’t-Ta’rif, 1/123 14 Buhari, 2/685, No 1836, 1837 15 Tirmizî, Hudud 15, 4/48, No 1444; Ebû Dâvûd, Hudud 37, 4/164, No4482 16 Ebu Davud; Hudud;37; No4485; 4/165 17 Ebû Dâvud, Hudud 37, 4/165, No4485; Tirmizî, Hudud 15, No1444 18 Hukuk-ı İslamiyye, 1/98-103 19 Buhari, Cihad 180, Mesacid 297, Ahmed b. Hanbel, 3/109,111, 210,215, 255, 290 20 Müslim, Zekat 116, 119; Buhari, Rikak 10; Tirmizi, Zühd 27, Menakıb 32; İbn-i Mace, Zühd 27; Darimi, Rikak 62; Ahmed b. Hanbel, 3/122, 176, 192, 198, 236, 238, 272, 4/368, 5/117, 132, 219, 221, 6/55 21 Buhârî, Muharibin 16; Ahmed b. Hanbel, 2/526 22 Hicr Sûresi 9 24 Nisa Sûresi 15-16 25 Tirmizi, Hudud7, No 1432 4/38; Buhari, Hudud 15, No 6441, 6/2503; Müslim, Hudud5, No 1691, 3/1317 26 İbn-i Hibban, Hudud1, No4429, 10/274, Hakim, Müstedrek, 4/359 27 Suyûtî, 1/259-260 28 Serahsî, 2/56-57 Mehmet Talu Hocaefendi Sünnet dini bir tören olarak büyük önem taşısa da özellikle son yıllarda tıbbi olarak da faydaları gösterilmiş cerrahi bir işlemdir. Ancak sünnet kararı verilirken bu seçimin çocuğunuzun bir ömrünü etkileyeceğini unutmamanız gerekir. Üroloji Uzmanı Doç. Dr. Haluk Kulaksızoğlu, sünnet hakkında 10 önemli noktayı NEDEN SÜNNET YAPTIRILMALI?Olaya sadece dini ve toplumsal bir bakış açısından bakmak doğru değildir. Son yıllarda yapılan araştırmalar birçok cinsel yolla bulaşan hastalığın ve bunlara bağlı oluşabilen sağlık sorunlarının sünnet sonrasında ciddi oranda azaltılabileceği gösterilmiştir. Özellikle AIDS gibi hastalıkların önlenmesinde Dünya Sağlık Örgütü sünnetin koruyuculuğu konusunda gerekli uyarılarda NE ZAMAN SÜNNET YAPILMALIDIR?Sünnetin hangi yaşta yapılmasının gerektiği konusunda iki önemli gösterge vardır. Birincisi çocuğun tıbbi ve ikincisi de psikolojik gelişmesidir. Psikolojik gelişme uzmanları doğum itibarı ile çocukluğu evrelere ayırmışlardır. 2-7 yaşları arası fallik dönem adı verilen çocuk için cinsel organının büyük önem taşıdığı bir aralık bulunmaktadır. Özellikle de geleneksel olarak çocuğun da bilincinin yerinde olduğu ve tüm işlemi görebildiği lokal anestezi ile yapılan seremoni içeren durumlarda psikolojik gelişiminde önemli bir yaş dönemi olan bu aralıkta yapılan sünnetler zihinsel gelişim açısından sorun yaratabilmektedir. Bu nedenle 2 yaş öncesinde veya 7 yaş sonrasında işlemin yapılması YENİ DOĞAN BEBEKLERDE SÜNNET HEMEN TERCİH EDİLMELİ MİDİR?Tıbbi açından en ideal sünnet zamanı aslında doğumu takip eden 24 saat sonrasındadır. Bu aşamada sünnet uygulamalarının en büyük avantajı bebeklerde sünnet derisine giden sinir aktivitesi daha tam oluşmadığından bebeklerin ağrı duymamasıdır. Ayrıca anne sütünün koruyucu ve sakinleştirici özelliği olması bebeklerin sünnet derilerinin göbeklerinden bile erkenden düzelmesini sağlar. Bu dönemde yapılan sünnet işlemlerinde hastaya anestezi verme ihtiyacı da SÜNNET ANESTEZİ ALTINDA MI YAPILMALIDIR?“Anestezi” kelimesi genellikle ailelerde ters bir tepkiye yol açmaktadır. Ancak sonuçta önemli bir cerrahi işlemin çocuk tamamen uyanıkken yapılması tıbben çok da doğru değildir. Anestezi dendiğinde tek bir tip işlem yoktur. Farklı derecelerde anestezi uygulamaları artık modern tıpta kullanılmaktadır. Sünnet için son derece yüzeyel bir anestezi verilmesi çocuğun işlemi görmemesi ve ağrı açısından büyük önem taşımaktadır. Sadece yeni doğan sünnetinde genel anestezi SÜNNET ÖNCESİNDE DOKTOR MUAYENESİ VEYA TAHLİL GEREKİR Mİ?Öncesinde hiçbir tıbbi değerlendirme yapılmadan sünnet işleminin yapılması ciddi kötü etkileri olabilmektedir. Birincisi peniste yapısal bazı sorunların varlığında çocuğun ileride geçirmesi gereken plastik ameliyatların başarısı açısından sünnet derisinin kullanılması gerekebilir ve bu durumda sünnet yapılmamalıdır. Bunun en önemli örneği halk arasında “peygamber sünneti” adı verilen hipospadias’dır. İdrar deliğinin aşağıda ve yarım sünnetli olan bu çocuklarda işlem çok daha farklıdır. Yine bazı kanama ve pıhtılaşma bozuklukları sünnet sonrasında durdurulamayan kanama gibi komplikasyonlara yol açabilir. Bu nedenle doktor muayenesi sonrasında işleme girmeden tüm sünnet adaylarından kanama pıhtılaşma ile ilgili testlerin yapılması SÜNNET SONRASI ALT BEZİ KULLANABİLİR MİYİZ VE BAKIM NE OLMALIDIR?Alt bezi kullanan çocuklarda bez kullanılması herhangi bir sakınca oluşturmaz. İdrar aslında steril bir yapıdadır. Yani mikrop içermez. Bu nedenle yara iyileşmesini etkilemez. Alt bezini geçmiş çağlardaki çocuklarda ise evreden gelebilecek darbelerden koruma amaçlı olarak önü korumalı sünnet külotları önerilebilir. Sünnet sonrasında standart olarak antibiyotikli bir pomat verilerek bunun kesi etrafına sürülmesi önerilir. 2 gün kadar çocuk banyo yapmayacaktır. Bizler sünnet sonrasında kontrolü 1-2 gün sonrasında tercih ediyoruz. Bu süreç içinde çocuklara ağrı kesici önerilir. Antibiyotik koruma amaçlı işlem sırasında uygulanır ve sonrasında da sünnet derisinde enfeksiyon olup olmamasına bağlı olarak 24-48 saat devam SÜNNETİ KİMLER YAPABİLİR?21. yüzyılda sünneti sadece bu konuda eğitim almış olan üroloji, çocuk veya genel cerrahi ve plastik uzmanlarının yapması doğrudur. Yakın zamanda Sağlık Bakanlığı’nın da yaptığı düzenleme de bu yönde olup diğer sağlık personelinin sünnet yapması SÜNNET NEREDE YAPILMALIDIR?Sünnetin cerrahi bir işlem olduğunun altını çizerek söylemek gerekirse, işlemin de cerrahiye uygun bir ortamda ideal olarak da ameliyathanede yapılması gerekir. Tüm cerrahi işlemler gibi mikrop alma riskinin azaltılması için bu büyük önem taşır. Toplu sünnet kampanyaları gibi ortamın hijyenik olmadığı durumlardan kaçınılması önerilir. Yine alet veya oda sterilizasyonunun doğru dürüst yapılamadığı mekanlardan da kaçınılması SÜNNET İLERİDE CİNSEL HAYATI ETKİLER Mİ?Sünnetin doğru yapılmaması penis yapısında bozukluklara, hoş olmayan yara izlerine ve peniste eğrilik gibi durumlara yol açabilmektedir. Bu da çocuğun ilerideki cinsel hayatını olumsuz olarak etkiler. Bu nedenle anne ve babaların sünnet konusundaki yaptıkları tercihler ileride oğullarının hayatına büyük oranda etkiye ÇOCUKLAR GÜNDELİK HAYATLARINA SÜNNETTEN NE KADAR SONRA DÖNERLER?Cilt dokusu normal şartlarda 48 saat içinde kapanır. Ancak penisteki şişlik ve hassasiyet 1 haftaya kadar devam edebilir. Bu bireyden bireye çok değişiklik gösterse de genellikle çocukların normal aktivitelerine dönüşü 1 hafta civarında olmaktadır. Yazın sünnet sonrası denize girme ise yine 1 hafta sonrasında olabilmektedir. Üroloji Uzmanı Doç. Dr. Haluk Kulaksızoğlu Rehber Kategoriler Konular Alm. Der Weg der Sünniten, Fr. la voie d ahl-i Sunnat, İng. The Sunni Path. İslam dîninde doğru îtikat üzere olanlar. Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Eshâbının aleyhimürrıdvân yolunda bulunanlar, bildirdikleri îtikat üzere kirâmın, Peygamber efendimizden naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiçbir şey ekleyip çıkarmadan kabûl edip, böylece inanıp, onların yolunda olup, onlar gibi inananlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası veya Fırka-i nâciye; bu doğru ve asıl hakîkî İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, bid'at fırkaları veya Fırâk-ı dâlle dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar denildi. Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasında olanlara kısaca Sünnî, bid'at fırkalarında olanlara Mübtedî, bid'at sâhibi denir. Bkz. Bid'at FırkalarıAllahü teâlâ, Müslümanlardan, Peygamber efendimizin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamber efendimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâm'ın hepsi, Resûlullah'ın bildirdiği gibi inanmış, îtikatta inançta hiçbir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefâtından sonra insanlar, İslâmiyeti Eshâb-ı kirâmdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı Ehl-i sünnet îtikatını bildirdiler. Eshâb-ı kirâm bu îmân bilgilerini, kendilerinden hiçbir şey katmadan, Resûlullah efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir. Onlar, Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs etmek, O'nun bildirdiklerini tereddütsüz kabûl edip inanmak, müteşâbih mânâsı açık olmayan âyetlerin te'viline dalmamak vb. gibi hepsi kemâl derecesindeki vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhâfaza kirâm, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan ve Tâbiîn denilen Müslümanlara öğrettiler. Tâbiîn, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirdiler. Sonra gelen Tebe-i Tâbiîn ve daha sonra gelenler, bunlardan ve bunların kitaplarından bu bilgileri öğrendiler, kendilerinden sonra gelenlere naklettiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bu güne kadar nakil ve tevâtür yoluyla doğru olarak ekrem efendimiz, Müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan kendisinin ve Eshâbının yolundan gidenlerin Ehl-i sünnet ve cemâat îtikatında olanların Cehennem'den kurtulacaklarını haber vermiştir. Hadîs-i şerîfte; ?İsrâiloğulları, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasârâ yâni Hıristiyanlar da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehenneme gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem'e gidip, yalnız bir fırka kurtulur.? kirâm, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda; ?Cehennem'den kurtulan fırka, Benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir? şerîfte bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan Hâricî, Râfızî ve Bâtınî gibi bâzıları meşhur olmuş, kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı tesirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri îtikat ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhâfaza büyük halîfe devrinden sonra, Müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bâzı münâfıklar ve İslâm dîninin kısa zamanda Asya, Afrika ve Anadolu'ya yayılması karşısında, korku ve telâşa kapılan Yahûdî, Hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyeti söndürmek, Müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların îtikatlarını inançlarını bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar. Bu arada bid'at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, Müslümanların îtikatlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni Müslüman olan bâzı kavimlerin İslâm dînine, eski inanç ve ibâdetlerinden bâzı şeyleri katmaya kalkmaları; pekçok saf Müslümanın îtikat ve ibâdetlerinde, sapıklıklara ve bozukluklara yol açtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzuları için, böyle kimselerle işbirliği yapanların faâliyeti netîcesinde, pekçok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi...İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzat Peygamber efendimizin ve Eshâbının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâb-ı kirâmın bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeble Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu kabûl edildi. İmâm-ı A'zamın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi El-Fıkh-ul-Ekber'dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları da yetişti. Bunlardan talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhur oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı İyâd, kelâm ilminde Ebû Mansûr-ı Mâtürîdî'yi yetiştirdi. Ebû Mansûr, İmâm-ı A'zam'dan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 H. 333 senesinde Semerkant'ta vefât sünnet îtikâdını yayan İslâm âlimlerinden İmâm-ı Eş'arî de; İmâm-ı Şâfiî'nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm; Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiînin bildirdiği îtikat, îmân bilgilerini açıklamış, kısımlara bölmüş ve herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş'arî ve Mâtürîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet ve cemâat'dan dışarı sünnetin îtikatta iki imâmı olan Eş'arî ve Mâtürîdî, hep bu mezhebi yaymışlardır. Hurâfelere ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanan materyalistlere maddecilere karşı hep bu îtikâdı savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamânları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metodları ve cevapları birbirinden biraz farklı olmuştur. Fakat bu hâl, mezheplerinin, yollarının ayrı olduğunu sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı îtikâda uymayan, bozuk îtikatlar, îmânlar, gönül öldüren bir zehirdir. Bunlar, insanı ebedî ve sonsuz azâba, yâni Cehennem'e götürür. İbâdetlerde tembellik, gevşeklik olursa affolunabilir. Fakat îtikatta gevşek davranmak hiç affedilmeyecektir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; ?Şirki yâni kâfiri, inanmayanı, îmânı bozuk olanı aslâ affetmeyeceğim. Diğer bütün günahları, istediğim kimselerden affederim.? Nisâ sûresi 116 sünnet îtikâdındaki Müslümanlar; ibâdet, münâkehât evlenme, muâmelât ticâret ve sosyal münâsebetler ve diğer amelle ilgili işlerinde, asırlardır dört hak mezhebe uymuşlardır. Bugün de bir Müslümanın, Ehl-i sünnet îtikâdında olabilmesi için, hak olan dört mezhepten Hanefî, Şâfiî, Mâlikî, Hanbelî birinde bulunması lâzım geldiği kelâm ve akâid kitaplarında bildirilmiştir. Buna göre dört mezhepten birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnetten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmayan ise, ya sapık yollara düşer veya îmânını kaybeder. Bu dört mezhepten birine uymakla, onları taklîd etmekle; Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah'ın sünnetine yoluna uymuş olur. Çünkü dört mezhebin imâmları, îtikatta Ehl-i sünnet mezhebinde âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyânın büyüklerinden Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri; ?Kalbe gelen bütün keşifleri, hâlleri bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâp bilirim. Bütün harâplıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem.? sünnetin bâzı îtikat esaslarıAllahü teâlâ kadîm olan başlangıcı olmayan zâtı ile vardır. O'ndan başka her şeyi, O yaratmıştır. Birdir. İbâdete hakkı olan da O'dur. O'ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Zâtî sıfatları vardır. Bunlar; Vücûd, Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefetün lil havâdis, Kıyâm binefsihi'dir. Kemâl sıfatları vardır. Bu sıfatlar; Hayat, İlim, Semi', Basar, Kudret, İrade, Kelâm ve Tekvîn'dir Bkz. Allahü Teâlâ. Bu sıfatları ezelîdir. Yâni hep vardır. Allahü teâlânın isimleri tevkîfîdir, yâni dînimizde bildirilen isimleri söylemek uygun olup, bunlardan başkasını söylemek yasak kerîm Allah kelâmıdır, onun sözüdür. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur. Bu harf ve kelimelerin mânâsı, Kelâm-ı ilâhîyi taşımaktadır. Bu harflere, kelimelere Kur'ân-ı kerîm denir. Bu harf ve kelime kalıpları içinde Kelâm-ı ilâhî olan Kur'ân-ı kerîm mahluk değildir. Allahü teâlânın öteki sıfatları gibi ezelîdir, teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve ihâtasız, yâni şekli olmayarak görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O'nu görmeyi akıl anlayamaz. Allahü teâlâ, dünyâda görülemez. Bu dünyâ ve insanın bu dünyâdaki yapısı O'nu görmek nimetine kavuşmaya elverişli değildir. Dünyâda görülür diyen yalancıdır. Mûsâ aleyhisselâm peygamber olduğu hâlde bu dünyâda göremedi. Peygamberimiz Mîrâc gecesinde gördüyse de, bu dünyâda değildi. Dünyâdan çıktı, âhirete karıştı. Cennet'e girdi ve orada teâlâ, insanları yarattığı gibi insanların işlerini de yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O'nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, kötü işlerden râzı değildir. İnsanın yaptığı işe, kendi kuvveti de tesir eder. Bu tesire ?kesb? Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmeleri câiz değildir. Emrolunduklarını yaparlar. Erkekleri ve dişileri ve evlenmeleri aleyhimüsselâm Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık efendimizin mîrâcı; uyanık iken, kalp, rûh ve beden ile birlikte olmuştur, azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yâni rûhların cesetlere girmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günâhların âhirete mahsus bir terâziyle tartılması, Cehennem üzerinde Sırat Köprüsünün bulunması vardır. Bunların hepsi olacaktır. Peygamber efendimizin kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdiyse, hepsi doğrudur, yanlışlık mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet, kâfirlere azap için hazırlanmış Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Cennet ve Cehennem sonsuz kalınılacak yerdir. Zerre kadar îmânı olan ve bu îmân ile âhirete göçen Cehennem'de ebedî sonsuz îmâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mümin ne kadar büyük günâh işlerse işlesin bu günahları günah bildiği müddetçe îmânı gitmez. Ancak farzlara ve haramlara olduğu gibi inanmak lâzımdır. Emir ve yasaklardan herhangi birine inanmamak, hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak îmânı giderir ve sonsuz olarak Cehennem'de yanmaya sebeb konuşmak, dînin esas bilgilerinden değildir. Dört halîfenin üstünlüğü halîfelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kirâmın hepsini hiç ayırım yapmadan sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid aleyhisselâmın ümmeti, başka peygamberlerin ümmetinden daha tutmak, dinde yoktur; üzülmek başka, mâtem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfte Peygamberimiz ?İki şey vardır ki, insanı küfre îmânın gitmesine sürükler. Birisi bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi ölü için mâtem tutmaktır.? Eshâb-ı kirâma, Tabiîne ve Evliyâya tevessül ederek, yâni onları vesile ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebeb deliller müctehidler için dörttür Kitap, Sünnet, İcmâ-i ümmet, Kıyâs-ı fukahâ. Avâmın delili, müctehidin fetvâsıdır. Onun vazifesi müctehid imâma yâni ölen insanın rûhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın îmânı günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefâat edecek, araya girecektir. Peygamber efendimiz; ?Şefâatim ümmetimden günahı büyük olanlaradır.? mûcizesi, evliyânın kerâmeti ve salih mü'minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam bid'at dalâlettir, sapıklıktır. Bid'at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Peygamber efendimiz ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, îtikat ve ibâdet olarak yapılmaya başlanan değişiklikler bid'at olup büyük denilen ayakkabı üzerine mesh ederek ıslak el ile dokunarak abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh binlerce Ehl-i sünnet âliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı îtikat esâslarına uygun îmân edenler, Ehl-i sünnet müslüman; bu esaslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler Bismillâhirrahmânirrâhiym Allah Teâlâ Yüce Kitâbında buyuruyor ki; “Muhakkak Tevrat’ı biz indirdik ki onda bir hidâyet ve nûr vardır. Teslim olmuş NEBÎLER yahudilere onunla hükmederdi.” Mâide/44 Önsöz Olarak Batı dünyasında yaklaşık iki yüzyıl önce kendisini hissettirmeye başlayan ve son iki yüzyılda akıl almaz bir hızla gelişerek geldiğimiz noktada küresel egemenliğini pekiştirmiş bulunan modernizm hareketi, İslâm dünyasının aklını başından aldı. Müslüman aydınlarda bir “kimlik krizi” şeklinde ortaya çıkan bu “öykünmeci” yaklaşım/tavır, adına “İslâm Modernizmi” dediğimiz hareketin tetikleyicisi oldu ki, bu hareket tek bir cümleyle “yanlış teşhise yanlış tedavi” olarak özetlenebilir. Batı’lı oryantalistlerin, İstişrak faaliyetlerinin ve İslamoloji çalışmalarının, İslâm modernistlerinin İslâm ilim ve kültür mirasına yönelttikleri tenkidlere, o tenkidleri belirleme noktasında fikir sağladığını, kaynaklık ettiğini kim inkâr edebilir. Zirâ İslâm modernistlerinin bin dört yüz yıllık Sahih İslâm anlayışına yönelttikleri tüm tenkidlerin hangi birinin altını eşelesek, –istisnasız olarak- karşımıza mutlaka bir yada birkaç oryantalist çıkmaktadır. Bu bakımdan, bir âlimimizin de dediği gibi; “İslâm modernistlerinin bütün marifeti; Batı’nın, sömürgeciliğin keşif kolu olan oryantalistlerin çalışmalarını tercüme ederek uyarlamak’tan ibarettir.” Sahih İslâm anlayışında, Dinin temel varoluş alanları, belirleyiş alanları itibariyle mümkün olduğunca beşer inisiyatifini ve hata yapma, sapma ihtimali olan aklı sınırlayan, izâfîliği mümkün olduğunca sıfıra doğru indirgeyen bir anlayış var. Modern İslâm düşüncesi ise tam tersini yapıyor ve diyor ki; “Dinin her sahası, temel alanları, Nasslar, sabiteleri bile insan düşüncesinin, insan aklının, algısının ürünü olarak somuta dökülür, dökülmelidir.” Modernizm diyor ki; “Kur’ân vahiy midir? Evet. Peki Kur’ân kime hitâb ediyor? İnsana. O halde insanın Kur’ân’dan anladığı şeydir esas olan.” “Tek bağlayıcı din kaynağı Kur’ân’ın metnidir” sloganıyla gündem tutmaya çalışan ve fakat yeri geldiğinde ne Kur’ân’da ne de İslâm kaynaklarında mevcut olan, geçmişte ortaya koyulmuş “bid’ât ve hurâfe” çöplüğünde bile yer alamayacak türedi söylemleri, “Ben böyle anlıyorum” basitliğiyle ayetlerden çıkardığı yorumları, kendisini izleyen takip eden topluluklara yedirmeye çalışanlar arasında bulunan bazı isimlerin ortaya attığı nevzuhûr bir retorik olan Nebî-Resûl ayrımı’dır yazımın temel konusu. Bu problemli ayrımı, anlayışı ortaya atan isimlerden Abdülaziz Bayındır ve Zeki Bayraktar’ın, ne bir mantıklı tutarlı fikir örgüsü ve dirâyet ihtivâ eden, ne de kat’î, aklî ve naklî delillerle isbatı yapılmış küllî bir bakış açısı teşkil eden, işine yarayacak birkaç ayet grubunun zâhirîne giydirdiği sübjektif yorumlarından başka hiçbir dayanağı olmayan ve bu haliyle delâlet mebhaslerinin tarih içinde ortaya koyduğu görüşlerin fikirlerin kötü bir kopyası mesâbesinde olan, türlü arızalarla ve izahı te’vili mümkün olmayan birçok müşkille mâlul “Nebî & Resûl” anlayışının Kur’ân’a da, Murâd-ı İlâhîye de, Murâd-ı Resûlullâh’a da, Sebîlü’l-Mü’minîn’e, dil ve mantık kurallarına da hatta modernist zevâtın mutlaklaştırmaktan keyif aldığı akla da aykırı oluşunu açık ve net bir şekilde, aklî, naklî delillerle ortaya koymaya çalışacağım inşallah. Bu, problemli Nebî & Resûl anlayışını ilk ortaya atan Abdülaziz Bayındır olmuştur. Ben bu yazımda, öncelikle Bayındır’ın konu hakkındaki söylemlerini, iddialarını, görüşlerini ortaya koyduğu -ve kendi web sitesinde de yayınlanan- ilgili yazısına1 değinip, cevap verip daha sonra Bayraktar’ın konu hakkındaki daha geniş kapsamlı ve detaylı olarak ortaya koyduğu iddialarını ve bu konu etrafında gelişen diğer görüşlerini ele alacağım inşallah. Asıl konuya giriş yapmadan önce son olarak şunu söylemek isterim; Bu yazı, söz konusu problemli Nebî & Resûl anlayışını ortaya atan bu zevâtı “ikna etmek” gibi bir amaç taşımıyor. Yol açtıkları büyük mefsedet ve arıza konusunda sessiz kalmanın en az o mefsedet kadar büyük vebal olduğu gerçeği karşısında bir görevi yerine getirme ve bir vebalden kurtulma saikiyle kaleme alınan bu satırlar, basiretini kaybetmemiş insanlar için hakikati gösteren bir işaret levhası olabilirse benim için maksat fazlasıyla hasıl olmuş demektir… Ayrıca; bahsi geçen zevât Sünneti, Hadisleri, Sahabe’nin, Selef-i Sâlihîn’in ve âlimlerin görüşlerini kabul etmedikleri için, konuyu Kur’ân ayetleri çerçevesinde ele alacağım. Nebî Ne Demektir ? Bayındır’ın konu ile ilgili yazısına geçmeden önce Nebî kelimesinin lügâvî ve ıstılâhî anlamlarına değinmekte fayda var; Nebî kelimesinin türetildiği kök hakkında ulemâ ve lisân âlimleri, iki görüş ileri sürmüşlerdir Birincisi, sonu hemzesiz ve şeddeli olan “en-nebîyyü” veya “en-nebî”; ikincisi, hemzeli olan “en-nebîü” şeklidir. Buna göre nebî kelimesi sözlükte türediği kök itibariyle iki farklı anlamı ifade etmektedir; 1- Nebî, “büyük fayda sağlayan haber” mânasına gelen “en-nebee” şeklinde hemzeli bir kökten türemiştir.2 Arapça dil kurallarına göre telaffuzu kolay olsun diye nebî kelimesinin sonundaki “hemze”, “ya” harfine dönüştürülerek “en-nebî” şeklini almıştır.3 Buna göre nebî, İsm-i fâil mânasında sıfat-ı müşebbehe olan “fe‟il” sigasında bir kelimedir. Anlamı da “haber getiren, tebliğ eden” demektir.4 Ebû Zekeriyyâ el-Ferrâ, İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, İbn Manzûr ve Murtazâ ez-Zebîdî gibi lügat âlimleri peygamberlerin “nebî” olarak isimlendirilmelerinin “Allah‟tan kullarına haber getirme”lerinden kaynaklandığını ifade ederler.5 Nebî, hem fâil hem de mef‟ûl mânasında kullanılan bir kavramdır. Bu nedenle nebî kelimesi, haber anlamı taşıyan n-b-e fiilinden türediği için ism-i mef‟ûl vezninde “haber alan, kendisine haber verilen” anlamını, ism-i fâil vezninde kullanılınca da “haber veren, tebliğ eden” anlamlarını ihtiva eder.6 Kur’ân’da bu kelimenin her iki şekilde de kullanımı mevcuttur. 2- Nebî kelimesinin aslı büyüklük, yücelik mânalarına gelen “nübüvve, nebve veya en-nebâve” şeklindeki hemzesiz kökten gelmektedir. Çoğulu “Enbiyâ” veya “Nebîyyün”dur.7 Nebî hemzesiz okunursa “nübüvvet, nebve, nebâve” mastarından “yüksek makam sahibi, yüce, ulu ve şerefli” anlamlarına gelir. Nebî kelimesinin bu kökten türediğini ifade edenler, Nebîlerin yaratıkların en yüce ve şerefli olmaları düşüncesinden hareket etmektedirler. Çünkü Nebîler, Allah‟ın yaratıkları arasından seçtiği en şerefli ve en üstün varlıklardır. Buna göre de Nebîler, şerefli ve yüce insan anlamına gelmektedirler. Nebînin mazhar olduğu nübüvvet makamı, kaynağı ve sonuçları itibariyle yücelik ve üstünlük ifade etmektedir. Nübüvvetin temelini oluşturan vahiy ve onun ürünü olan bilgi ve haberler, nitelik açısından diğer bilgilere ve haberlere kıyasla özel bir değere ve üstünlüğe sahiptir.8 Bu bakımdan Nübüvvet kelimesi peygamberler dışındakilerin üstünlüğünü ifade etmek için kullanılmaz. Kur’ân-ı Kerim’de Peygamberimiz için kullanılan “…Ve onu üstün bir makama yücelttik”9 âyeti bu anlamı doğrulamaktadır. Ayrıca “nebî” kelimesi, yüksek yer mânasında yüksekte olan kişi için de kullanılır. Bu anlamda “nebî”, insanlardan üstün konumdadır.10 Hülâsâ Nebî; Nübüvvet sahibi, fayda sağlayan, haber veren, doğruluğunda şüphe olunmayan, Allah’tan aldıklarını tebliğ eden kişi anlamlarına gelmektedir. Nebî kelimesinin mastarı “nübüet” gelir. İdğam veya ibdâl ile nübüvvet şeklinde kullanımı daha yaygındır. Nebî elçi olduğuna göre, nübüvvet de “Allah ile akıl sahipleri arasında, onların dünya ve âhiret sıkıntılarını gidermek amacıyla kurulan elçilik” mânasına gelmektedir.11 Nebî kelimesinin istılâhî anlamında, kullanımında ise genel olarak ulemâ arasında bir ihtilâf yoktur. Ancak ayrıntılara/detaylara inildiğinde bazı lafzî ihtilâflar görülmektedir. Ehl-i sünnet mütekellimleri genel olarak Nebî’yi, Allah Teâlâ tarafından bir melek aracılığı ile kendisine vahyedilen veya kalbine ilham olunan yahut da sâdık rüya ile uyarılan kişi12 şeklinde tarif etmişlerdir. Ehl-i sünnet i’tikâd mezheplerinden olan Eş’ârîyye’ye göre Nebî, “Allah’ın, herhangi bir kavme veya tüm insanlara gönderdiği ve onu kendisine elçi olarak seçtiği, ona haber vererek insanlara tebliğde bulunmasını istediği kişiye” denir.13 Mâtürîdî’lere göre ise; kısa tarifi şöyledir “Nebî, insanların talebi üzerine Allah katından haber getiren kişidir. Nebîler ya bir meleğin vâsıtasıyla vahye nail olmuşlar veya uykuda sâdık rüyâ halinde bu hal gösterilmiş yahut da kendilerine ilham edilmiş kişilerdir.”14 Bu tanımlardan sonuç olarak Nebî kelimesinin 3 farklı anlamı ortaya çıkmaktadır; Nebî; haber/vahiy alan, haber veren ve Allah indinde yüksek makâm sahibi demektir. Ve Nebîler bu 3 anlamı/vasfı da hâizdirler; haber/vahiy alandırlar, aldıkları haberi/vahyi bildirendirler ve Allah indinde yüksek makâm sahibidirler Nübüvvet. Bu 3 ayrı hususiyet birbirini tamamlar özelliktedir. Bayındır’ın yazısında Nebî tanımı ile ilgili kısma gelince buraya tekrar atıf yapacağım. Bayındır Ve Bayraktar’ın İddiaları Bayındır ve Bayraktar’ın konu hakkındaki aslî/temel iddialarını, görüşlerini maddeler halinde sıralayıp daha sonra bu maddelerin her birini irdelemek, yazının daha anlaşılır hale gelmesini sağlayacaktır diye umuyorum. Her iki zevâtın da konu hakkındaki –tesbit edebildiğim- ortak iddiaları, görüşleri şöyle; * Her Nebî Resûl’dür fakat her Resûl Nebî değildir. Nübüvvet, Hz. Muhammed ile bitmiştir fakat Risâlet devam etmektedir. * Tüm Nebîlere Kitab, Hüküm ve Şeriat verilmiştir. * Kur’ân’da birçok ayette “Allah’a ve Resûl’e itaat” zikredilmekle birlikte “Nebî’ye itaat” hiç zikredilmemektedir, bu sebeple Nebî’ye itaat yoktur. Zaten Resûl’e itaat te Allah’a itaat olduğu için, Resûl’ün bizâtihi kendisine de itaat yoktur, Kur’ân ayetlerine itaat etmek yeterlidir. Çünkü Resûl demek “elçi” demektir, Hz. Muhammed ve diğer Peygamberler sadece ayetleri/vahyi tebliğ ederken Resûl’dür. Ayetleri tebliğ görevi bitip sustuğu anda artık Resûl değil Nebî’dir. * Nebîlik/Nübüvvet makamıdır, Resûllük/Risâlet ise sadece görevdir, makam değildir. * Nebî sadece haber/vahiy alan demektir. Bu sıraladığım maddelerin/görüşlerin bazılarına bu bölümde, bazılarına da ilerleyen bölümlerde – yeri geldikçe- değineceğim inşallah. Bayındır Ne diyor? Gelelim Bayındır’ın ilgili yazısına. Bayındır 1 no’lu dipnotta verilen linkten ulaşabileceğiniz söz konusu yazısında önce Nebî’nin tanımını yaptıktan sonra Allah Teâlâ’nın nübüvvet verdiği tüm Nebîlere bir de kitap, hikmet ve şeriat verdiğini söylüyor ve En’âm/83 ayetinde Nebîlerin adlarının sayıldığını söyleyip sonra ayetin devamında yer alan “Bunların babalarını, soylarını ve kardeşlerini de seçtik; onlara doğru yolu gösterdik” şeklinde meallendirdiği ayeti zikredip, merfû bir Hadîs-i Şerif’te, sayıları 124bin olarak bildirilen Nebîlerin her birinin En’âm/83’te ismi geçen 18 kadar Nebî’nin ya babalarından, ya kardeşlerinden ya da soylarından olduğunu/geldiğini söylüyor. Daha sonra, kendi deyimiyle gelenek!teki “Allah’tan Peygamberlere 100 ya da 104 suhûf inmiştir” görüşüne atıfta bulunup, En’âm/89 ayetinin lafzından anladıklarına dayanarak bu görüşün Kur’ân’a aykırı olduğunu, her Nebî’ye ayrı ayrı Kitab, Hüküm ve Şeriat verildiğini, indiğini söylüyor. Yazımın başında da değindiğim “Nebî’nin tanımı” konusunda Bayındır kendi yazısının 1 no’lu dipnotunda, ilgili kaynaklardan aktardığım tanıma yakın bir tanım zikrediyor. Nebî kelimesinin haber/vahiy alan, haber veren ve Allah indinde yüksek makâm sahibi olan anlamlarına geldiğini kendisi de söylüyor lakin bir Nebî’de bulunan bu 3 hususîyetten sadece iki tanesini esas alıp bir tanesini ise kabul etmiyor; “Bizce doğru olan şudur; Nebî haber alan demektir aynı zamanda Allah indinde yüksek makâm sahibi demektir. Nebî haber veren demek değildir.” diyor ve bunu söylerken neye dayandığı ise meçhul. Çünkü Nebîlerin bu vasfını kabul ederse kendi retoriği çökecek. Bayındır’ın, Nebî’nin tanımı/vasıfları hakkında işine yarayan anlamlarla istidlâl edip, işini bozan anlamlarını reddetmesi elbette bir alicengizdir ve bu yaklaşımının/tercihinin hiçbir ilmî, aklî ve naklî delili yoktur. Zirâ, gelmiş geçmiş bütün ulemanın Kur’ân’a, Sünnete ve Gramer kurallarına göre ortaya koyduğu ittifaklı tanımları görmezden gelip, reddedip, kendi şahsî “bence”lerinin, “bana göre”lerinin devreye girdiği noktada, ortaya koyulan iddialar “Bayındır’ın mesnedsiz şazz görüşleri” olmaktan ileri gitmez. Yazısının devamında; yaklaşık 124bin kadar Nebînin her birine kitab, hüküm ve şeriat verildiği iddiasını desteklemek sadedinde Bakarâ/213 ayetini zikrediyor, aslında bu ayetin kendi iddiasını nakzettiğinin pek te farkında olmayarak. Kendi meallendirmesi ile ayet şöyle; “İnsanlar tek bir topluluktu. Sonra Allah onlara, müjde veren ve uyarıda bulunan nebiler gönderdi. Onlarla birlikte doğruları gösteren kitap da indirdi ki ayrılığa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm versin. Onda ayrılığa düşenler kendilerine Kitap verilenlerden başkası olmadı. O açık belgeler geldikten sonra birbirlerinin haklarına göz diktikleri için böyle oldu. Sonra Allah inanmış olanları, anlaşamadıkları konuda, kendi izniyle doğruya ulaştırdı. Allah, gerekli gayreti göstereni doğruya yöneltir.” Bakarâ/213 Nebîlerin Hepsine Kitap Ve Şeriât İnmiş midir? Bayındır’ın buraya kadar zikrettiği ayetlere daha yakında bakalım; En’âm/89 ayetine göre tüm Nebîlere ayrı ayrı Kitab, Hüküm ve Şeriat verildiğini zikretmeden önce atıf yaptığı merfû hadîs’te geçen 124bin Nebî’nin, bu ayette ismi zikredilen 18 Nebî’nin ya babalarından, ya kardeşlerinden ya da soylarından geldiğini söylemişti, yani aynı zaman diliminde birden fazla Nebî’nin yaşadığını söylüyor, evet bu doğrudur ve bunu bildiren başka ayetler de vardır. Bayındır’a göre, aynı topluluğa gönderilmiş birden fazla Nebî’ye ayrı ayrı Kitab, Hüküm ve Şeriat verilmiştir. Ve yine Bayındır’ın her Nebî’nin aynı zamanda bir Resûl olduğu görüşünü de dikkate aldığımızda ortaya şöyle bir manzara çıkıyor; Bir topluluğa birden fazla gönderilen Nebî/Resûl var ve bunların her birinin ayrı ayrı Kitab’ı, hükmü ve şeriati var. Şimdi; Söz konusu topluluğa gönderilen birden fazla Nebînin/Resûlün tebliğ ettiği Kitab, Hüküm ve Şeriat birbirinden farklı mıdır, aynı mıdır? Eğer farklı ise, bu topluluk bu farklı Kitab ve Şeriatlerden hangisine uyacak ? Bu abesle iştigal bir durum değil midir? Allah Teâlâ, belli bir topluluğa –az ya da çok- birbirinden farklı Kitab ve Şeriat gönderir mi? Eğer Söz konusu topluluğa gönderilen birden fazla Nebînin/Resûlün tebliğ ettiği Kitab, Hüküm ve Şeriat birebir aynı ise, birbirinin aynısı olan birden fazla Kitab ve Şeriatin her Nebî’ye ayrı ayrı inmesinin hikmeti ne ola ki? Eğer –az ya da çok- hiçbir fark yok ise, bu abesle iştigal değil midir? Ya da; Aynı topluluğa gönderilen birden fazla Nebînin/Resûlün tebliğ ettiği Kitab, Hüküm ve Şeriat tıpatıp aynı ise, Meselâ Hz. Mûsâ inen Kitab, Hüküm ve Şeriat aynıyla Mûsâ yanındaki ya da ondan sonra gelen Nebîler için de geçerli ve bağlayıcı ise, bu diğer Nebîlere aslında bir Kitab, Hüküm ve Şeriat inmediğinin, Mûsâ inen Kitab’ı, Hükmü ve Şeriati tebliğ ettiklerinin açık bir delili, göstergesi değil midir? Mâide/44 ayetinde bahsedilen husus nedir? Aslında -bir Osmanlı deyimi olarak- “lafın tamamı zor anlayana söylenir”, lâkin sözümüz/merâmımız iyice anlaşılsın için bu hususu bu kadar uzatmış olsak ta, yazımızın en başında zikrettiğimiz ve bu yazının serlevhâsı niteliğindeki “Muhakkak Tevrat’ı biz indirdik ki onda bir hidayet ve nur vardır. Teslim olmuş NEBÎLER yahudilere onunla hükmederdi.” Mâide/44 ayeti bile tek başına merâmımızı kısa ve net olarak anlatmakta ve Bayındır’ın ve Bayraktar’ın “Her nebî’ye kitap inmiştir” şeklindeki –bir bakıma Gayr-ı metlûv vahyi inkâr edebilmeye zemin teşkil eden- bu iddiasını açıkça çürütmektedir. Apaçık ve anlaşılır olan Kur’ân’ın bu ayetinde, açık ve net bir şekilde Mûsâ sonra İsa gönderilişine kadar gelen tüm Nebîlerin Tevrat ile Yahudilere hükmettiği anlaşılmaktadır. Mâide/44 ayeti, tüm Nebîlere müstakil bir Kitab ve şeriat verildiği iddiasının bâtıllığını apaçık ortaya koyduğu gibi, Bayındır’ın ve Bayraktar’ın bir başka ve temel iddiası olan “Nebîlere itaat yoktur, çünkü Nebîler vahyi tebliğ etmezler, vahiy ile hüküm vermezler” iddiasını “Nebîler Yahudilere Tevrat ile hükmederdi” lafzıyla, açık ve net bir şekilde çürütmektedir. Yine Bayındır’ın –kendi meallendirdiği- Bakarâ/213 ayetinde gözden kaçırdığı ya da görmezden geldiği “Onda ayrılığa düşenler, kendilerine Kitab verilenlerden başkası olmadı” cümlesinde bildirilen “ayrılığa düşenler” kimlerdir? Ayetin devamında bildirilen “Nebîler” mi yoksa kendisine Kitab verilen ve Nebîler gönderilen topluluk mu? Bu ayette kasdedilen “Ayrılığa düşenler” Nebîler ise, Bayındır dolaylı olarak bu Nebîlerin kitab konusunda ayrılığa düştüğünü, dalâlete düştüğünü söylemiş oluyor haşâ. Eğer “Kitab’ta ayrılığa düşenler” cümlesinde kasdedilen, kendisine Kitab verilen ve Nebîler gönderilen topluluk ise, o halde Kur’ân’da birçok yerde geçen “Kendilerine Kitab verilenler” cümlesinden “Her Nebî’ye Kitab verilmiştir.” anlamı/yorumu çıkarılamaz. “Kendilerine Kitab verilenler” sözünün, Nebîler ve Resûller bağlamında hususî bir anlam taşımadığı, çünkü ayette “Ayrılığa düşenler” olarak tanımlanan Yahudilerin de her birine ayrı ayrı Kitab verilmediği, bu ayetten maksadın “hususî kitab inmesi” değil, “bağlayıcılık” olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Tıpkı Müslümanlara Kur’ân’ın verilmiş, inmiş olması gibi, zirâ “Hz. Peygamber ile beraber tüm insanlığa Kitâb verilmiştir, inmiştir.” cümlesinden her bir insana ayrı ayrı hususî bir kitab indiği görüşünü çıkarmanın abesle iştigâl olacağı gibi. Bayındır’ın yazısındaki tek müşkîl bunlar değil elbette. Bayındır’ın eşsiz bir “şehvetü’z-zühûr” ile, Kur’ân’ın üslûb, gramer, i’câz, belâğat gibi hususiyetlerine dikkat etmeden, Kur’ân ilimlerinin hiçbirini dikkate almadan ve hatta Kur’ân bütünlüğünü de gözardı ederek ayetler üzerinde keyfe keder imâl-i fikr etmeye, ayetlere anlam sipariş etmeye, yorum giydirmeye kalkışmasının kaçınılmaz sonucu olan birçok müşkîl’e örnek teşkil eden diğer söylemlerine değinmeye devam edelim; Resûllük , Risâlet Kıyamete Kadar Devam Edecek mi? Bayındır yazısının devamında; Allah Teâlâ’nın, nübüvvet makamına ulaştırdığı kişiler dışında başka hiçkimse için “Nebî” kelimesini kullanmadığını, buna rağmen “Resûl” kelimesini vahiy alan Nebîler ve Risâlet verdiği insanlar dışında, başka insanlar için de kullandığını söylüyor ve buna dayanarak -muhtemelen Bahâî’lerden ya da Resûl olduğunu iddia eden Reşad Halîfe namzât şahıstan aşırdığını düşündüğüm- “Her Resûl’ün Nebî olmadığı, Risâlet’in devam ettiği, Kur’ân ayetlerini olduğu gibi insanlara okuyan herkesin Allah Resûlü sayılması gerektiği” görüşünü ortaya atıyor. Evet; Allah Teâlâ Kur’ân’da, Risâlet ve Nübüvvet vermediği normal sıradan insanlar için de yer yer “Resûl” kelimesiyle hitab etmiştir, bu doğrudur. Yanlış olan; Bayındır’ın bu doğru tesbitlere yüklediği hatalı, problemli anlamları, “Resûllük kıyamete kadar devam edecektir” şeklindeki arızalı görüşüne refere etmeye çalışmasıdır. Belli ki, Kur’ân’ın doğru anlaşılması, Murâd-ı İlâhî’nin doğru tesbit edilmesi konusunda en önemli etkenlerden birisi olan ve Kur’ân İlimlerinde “el-Vücûh v’en-Nezâir” olarak bilinen ıstılâh ilminden Bayındır’ın haberi yok. Arapça’da, Türkçe’de ve birçok dilde olduğu gibi Kur’ân’da da eşsesli ve eşanlamlı kelimeler vardır, müşterek lafızlar vardır. Arapçada ve özellikle Kur’ân’da birçok anlamda kullanılan aynı lafızlı/müşterek fakat çok anlamlı lafızlara, yani farklı anlamlarda kullanılan fakat lafzı aynı olan kelimelere “Vücûh” denilir. Lafzı farklı fakat anlamı/murâdı aynı olan kelimelere ise “Nezâir” denilir. “Salât” kelimesinin Kuran’da beş vakit namaz Bakara, 2/3, ikindi namazı Maide, 5/106, Cuma namazı Cuma, 62/9, cenaze namazı Tevbe, 9/84, dua Tevbe, 9/103, din Hûd, 11/87, kıraat İsra, 17/110, rahmet ve istiğfar Ahzab, 33/56, namaz kılınacak yer Hac, 22/40 anlamlarında kullanılması “vücuh”a bir örnektir. Sakar, nar, hutame, cahim, haviye, sair kelimelerinin ise cehennemi ifade etmek için kullanılması ise “nezâir”e bir örnektir. “Resûl” kelimesi de kullanıldığı cümleye, bağlama, zamîr’e göre değişen “vücûh” bir kelimedir. Kendisine Nübüvvet ve Risâlet verilen Peygamberlerden bahsedilen ayetlerde farklı anlamda, Mısır Kralının Yusuf gönderdiği habercilerden veya Belkıs’ın Süleyman gönderdiği habercilerden bahseden ayetlerde ise farklı anlamda kullanılmıştır. Bayındır ise bu açık ve basit farkı ya anlamayarak ya da görmezden gelerek, kendisine risâlet makâmından pay devşirmek maksadıyla ayetleri çarpıtmaktadır. Fakat Bayındır’ın ve Bayraktar’ın ve Resûllük iddia eden her şahsın Risâlet’ten pay devşirme girişimlerine karşı Allah Teâlâ “Biz senden önce gönderdiğimiz her Resûle, Allah’tan başka ilah yoktur, sadece bana ibadet edin, diye vahyettik” Enbiyâ/25 buyurarak, Hz. Peygamber Efendimiz önce gönderilen tüm Resûllere vahyettiğini, yani Risâlet’in ancak ve ancak Allah’ın vahyetmesi ile mümkün olduğunu apaçık ve anlaşılır şekilde bildirmiştir. Bu ayet Resûllerin Nebîler arasında seçildiğinin de bir delilidir. Bayındır’ın ve diğer ismi geçen zevâtın tutulduğu bu “hızlan” durumu, belki de kendisinekendilerine bile itiraf edemediği; “Dinde Peygamber konumuna sahip olma” egosunun baskısıyla ortaya çıkan bir “farklılık fetişizmi” değilse, başka ne ola ki? Cehâlet mi ? İsmâil Âleyhisselâm’a Müstakil Bir Kitap ve Şeriât Verilmiş midir? Bayındır yazısında, bu meselenin devamında şöyle diyor; “Bu âyetler, her resulün nebî olmadığını, açıkça göstermektedir. Ama eski âlimlerin çoğuna göre kendine kitap indirilen ve ayrı bir şeriatı olana resul, bir resulün kitabı ve şeriatı ile amel edene de nebî denir. Onlara göre İsmail aleyhisselama verilmiş kitap ve şeriat yoktur; öyleyse o, resul değil, nebîdir. Ama şu âyete göre o, hem nebî hem de resuldür.” diyerek “Bu kitapta İsmail’i de an, o verdiği sözde durmuştu; nebî olan resul idi.” Meryem/54 ayetini örnek gösteriyor. Yeri gelmişken, Ulemâ’nın bu ayrımını kabul etmek istemeyenlerin sıklıkla dillendirdikleri İsmail müstakil bir Kitap ve Şeriât verilmedi ise neden Resûl olarak zikredildiği meselesini de aydınlatayım; Ehl-i Sünnet Ulemâ’nın “kendisine müstakil bir kitap indirilen ve ayrı/müstakil bir şeriatı olana Resûl, kendisine müstakil bir kitab ve şeriat verilmeyip bir Resûlün kitabı ve şeriatı ile amel edene de Nebî denir.” şeklindeki tasnifine uymayan, Meryem/54 ayeti dışında hiçbir ayet yoktur. Bu ayette zikredilen husus ise, İsmail Hicâz yarımadasındaki “cürhümîler”15 denilen kavme, bu kavim için yeni bir şeriat olan İbrahim şeriatini getirmiştir. Dolayısıyla o kavim bakımından İsmail bir Resûldür. Fakat Cürhümîlerin ilk kez muhatap olduğu bu Kitab ve Şeriat, İbrâhim gelen/inen Kitab ve Şeriattir. Nebî ile Resûl Arasında Fark Var mıdır? Bayındır yazısının devamında; “Nebîlik unvandır; onlar 24 saat nebîdirler; ama 24 saat resul değillerdir. Âyetleri tebliğ ederken Allah ne indirmişse onu tebliğ eder, bir hata yapmazlar. Ama onlardan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler. Çünkü uygulama, tebliğden farklıdır. Onların hatalarını bildiren âyetlerde resul kelimesi kullanılmaz.” diyor ve bu iddiasını delillendirmek için örnek olarak Bedir esirleri ile ilgili olan Enfâl/67-68 16 ayetini ve “Ey Nebî! Allah’ın özel olarak sana helal kıldığını, neden kendine haram kılıyorsun? Eşlerinin gönlünü etmeye çalışıyorsun. Neyse ki Allah bağışlar, ikramı boldur.” Tahrim/1 ayetini zikrediyor. Bayındır, kıymeti kendinden menkûl bu acâib tesbitlerinde “Ama onlardan hüküm çıkarırken ve uygularken hata edebilirler” cümlesiyle aslında dolaylı olarak şunu ifade etmeye çalışıyor; “Hz. Peygamber Resûl vasfıyla ayetleri tebliğ ederken hiçbir şekilde hata yapmamış çünkü korunmuştur. Lâkin o ayetlerden hüküm çıkarırken ve uygularken hata yapmış olabilir ve bu hatalı hükümleri ve uygulamaları günümüze kadar ulaşmış olabilir.” Çünkü Bayındır, örnek verdiği bu iki ayette Hz. Peygamber “Nebî” hitâbıyla bahsedilmek suretiyle uyarıldığı veya düzeltildiği hakikatinin, aslında Nebî’nin de –hatadan önce veya sonra- bir şekilde hata yapmaktan korunduğu anlamına geldiğini idrâk edebilecek basîrete sahip olmadığını, bu acâib tesbitiyle ortaya koyuyor. Bayındır’ın iddiasının aksine, Nebî ile Resûl arasında vazife bakımından ve dolaylı olarak kendilerine itaat bakımından bir fark olmadığını ortaya koyan “İnsanlar tek bir ümmetti. Sonra Allah müjdeci ve uyarıcı olarak Nebîler gönderdi.” Bakarâ/213 ve Hz. Peygamber hitâben “Ey Nebî, Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik”Ahzâb/45 ayeti ve yine “Müjdeci ve uyarıcı olarak Resûller gönderdik.” Nîsâ/165 ayeti, Kur’ân’ın bütünlüğü açısında değerlendirildiğinde, ayetler arasındaki açık ve net münasebet te göz önüne alındığında, bu ayetler Resûl’e itaat ile Nebî’ye itaat’in birbirinden farkı olmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıca yine; “Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî…” şeklinde başlayıp devam eden Â’raf sûresinin 157. Ve 158. ayetlerinde Resûl ve Nebî kelimelerinin arada atıf harfi bulunmadan bir arada zikredilmeleri yani müterâdif kullanılmaları, itaat ve bağlayıcılık açısından aralarında bir fark olmadığını ortaya koymaktadır. Yine Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ; “Ey iman edenler! Allah’ın ve Resûl’ünün önüne geçmeyin. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir”17 diyerek Allah’a ve Resûlüne isyanı nehyettikten sonra “Ey iman edenler! Seslerinizi Nebî’nin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Nebî’ye yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın Resûlünün huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır”18 buyurarak Nebî’nin sözünü dinlememenin cezasının ne kadar ağır olduğunu haber vermiştir. Nitekim nasıl Resûl’e imanla mükellef isek, Nebîye iman etmekle de mükellefiz. Bakarâ/177 ayetinde geçen “…men âmene billâhi vel yevmil âhırı vel melâiketi vel kitâbi ven nebiyyînnebiyyîne” lafzından bildirilen Nebîlere İman, onların varlığına ve Nebî olduklarına iman etmekten ziyâde Nebîlere inanmayı yani itaati vurgulayan bir uyarıdır. Resûle veya nebîye iman, onların Allah’tan getirdiği mesaj veya Allah adına verdiği hüküm hakkında onlara güvenmeyi ve teslim olmayı gerektirir. Bir tarafta “Uyarıcı olarak sizlere Nebîler gönderdik”, “Ey Nebî, Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik” buyuran Allah Teâlâ var, diğer tarafta ise “Uyarıcı olarak gönderilmiş olan Nebîlere itaat yoktur” diyerek Allah’ın emirlerini ve yasaklarını, şeriati uygulamak ve insanları uyarmak ile vazifeli olan Nebîlere isyanı câiz gören arızalarla mâlul bir anlayış ortaya koyan Bayındır ve Bayraktar var. İnsan aklının korunmuş ve mâsum olmadığının, tek başına ölçü alındığında her daim doğru kararlar veremeyeceğinin en güzel örneği olsa gerek Bayındır’ın ve Bayraktar’ın bu ahvâli… Tahrîm/1 ayeti ile ilgili hususa da değinmek gerekirse; Bayındır’ın Tahrim/1 ayetinden anladıklarına yaslanarak iddia ettiği gibi; Hz. Peygamber Nebî olarak Allah’ın helâl kıldığı birşeyi haram mı kılmıştır hâşâ ? Allah Teâlâ helal kıldığı herhangi birşeyi haram kılanın ya da haram kıldığı birşeyi helal kılanın kâfir olacağı, dinden çıkacağı, Hz. Peygamber Nebî olarak böyle bir hata yapmış olabileceğini hâşâ imâ bile etmenin nasıl bir cinâyet olduğu hakikatini gözden kaçıran Bayındır’ın, bu iddiasıyla ya da imâsıyla büyük bir cehâlet örneği ortaya koyuyor oluşunu bir kenara bırakırsak, bu ayetteki durumun Din ile, Şeriat ile, hüküm koyma ile bir alakası yoktur. Bu ayette kasdedilen, vurgulanmak istenen husus; Peygamber Efendimiz helal olduğuna i’tikâd ederek bal yemekten kendi adına imtina etmesinden ibarettir. Bebek iken Mûsa sütanaların sütünün haram kılınması gibi “bir şeyi elde etmekten imtina etmeyi” ifade etmektedir. Şer’î bir haram kılma olmadığı gibi zelleden kaynaklanan bir kınama ve nehyetme değildir. Peygamber Efendimiz helali haram kılmaya i’tikâd etmediği gibi, ümmete de helal olan bir şeyi haram kılmamıştır. Birilerini memnun etmek için helal olan bir şeyden imtina etmek normalde bizim hakkımızda kınanmayacak bir durum iken, Peygamber misyonu taşıyan Nebîde Ğayri metluv bir vahiy zannedilme ihtimalinden dolayı uyarılarak Kur’ân’da özellikle zikredilmiştir. Ayrıca yanlış anlaşılma ihtimali olan bize nazaran küçük meselelerde bile Nebînin uyarılması, Nebînin de korunduğuna işarettir. Risâlet yönüyle hata yapmadan önce korunmak söz konusu iken, nübüvvet yönüyle hata yaptıktan veya unuttuktan sonra düzeltilerek korunmak söz konusudur. Bu nedenle Üsve-i Hasene özelliği muhafaza edilmiştir. Bu ayette vurgulanan bu önemli husus es geçilerek, “Bakın bu ayette Nebî helâl olan birşeyi haram kılmıştır ve bu hatasından dolayı uyarılmıştır. O halde Nebîlerin helâl-haram koyma yetkisi yoktur, Nebîlere itaat te yoktur.” gibi Nebîye de “helâli haram kılma” nisbet edilmek suretiyle Peygamberimize dolaylı yoldan küfür isnâd etmek, böyle arızalı bir yorum/anlam çıkarmak en hafif tabiriyle ahireti hebâ edecek bir akıl tutulmasıdır. Vahiy Almayan Resûl Var mıdır? Bayındır yine, bu iddiasına meşruiyet devşirmek için “Vahiy almadığı halde, sadece Nebî’ye inmiş ayetleri tebliğ eden Resûller de vardır. Bu önemli bir husustur” diyerek, “Nuh’un halkı resullerini ayetin orijinal lafzında resûlleri’ olarak geçmektedir yalancılıkla suçlamıştı”. şeklinde meallendirdiği Şuarâ/105 ayeti ve “Ad halkı da resullerini ayetin orijinal lafzında resûlleri’ olarak geçmektedir yalancı yerine koydu”. şeklinde meallendirdiği Şuarâ/123 ayeti zikredip, bu ayetlerden çıkardığı manaya şöyle bir yorum getiriyor; “Nuh’un kavmine nebî resul olarak sadece Nuh aleyhisselam, Ad kavmine de Hud aleyhisselam gönderilmişti. Yalanlanan diğer resûller, o iki nebîye inen âyetleri tebliğ edenlerden başkaları değildir.” Bayındır, bu ayetlerden bu anlamı çıkarmayı nasıl başardı merak ediyorum açıkçası. Ayetlerde geçen “mürselîn” kelimesini “Resûlleri” yerine “Resûllerini” şeklinde meallendirerek ayetlere anlam sipariş etmesi apaçık bir alicengizdir. Bu ayetlerde geçen “el-Mürselîn” kelimesinde mecâz-ı Mürsel olduğu apaçık bellidir. Zirâ cins nev’inden “el-Mürselîn” kelimesi kullanılarak Nuh kasdedilmiştir. Yani yalanladıkları kişi Nuh fakat inkâr ettikleri Nübüvvet ve Risâlet makâmıdır. Çünkü birçok müfessir, bu ayet ile ilgili bazı rivâyetlere göre Nuh kavminin zındıklardan ya da brahmanlardan olduklarını zikretmiştir. Bu kelimenin kullanılmasının sebeb-i hikmeti Nuh tâzim olması ve bir peygamberi yalanlayan kimsenin bütün peygamberleri yalanlamış olduğunu bildiren Fatır/4 ayetine ve Âl-i İmrân/184 ayetine atıfta bulunmak içindir. Nuh kavmi hem Nübüvvet hususunda, hem de kendilerine kendisinden sonra Resûllerin geleceğine dair vermiş olduğu haberler hususunda Nuh yalanladılar. Nitekim bu ayetlerde kasdedilenin bu anlam olduğuna dair bütün müfessirler ittifâk halindedirler. Şuarâ sûresinin devam eden ayetlerinden 117. Ayette Nuh “Rabbim, kavmim beni yalanladı” dediği bildirilmektedir. Eğer Bayındır’ın kasdettiği anlam doğru olsaydı 117. Ayette Nuh “Rabbim, kavmim kendisine gönderilen resûlleri yalanladı” demesi gerekirdi. Bayındır, Kur’ân’da çoğul eki gördüğü her kelimede birden fazla kişi kasdedildiğini düşünüp “Nuh’un halkı resulleri yalanladı” ayetinde “resulleri” kelimesi geçiyor diye “ o halde Nuh kavmine Nuh dışında başka resuller de gönderilmiş olmalı” mantığını yürütebiliyorsa; “Size şunlarla evlenmek haram kılındı; analarınız, kızlarınız, halalarınız…” lafzıyla devam eden Nisâ/23 ayetinde geçen “ummehâtukum/analarınız” kelimesinde kişinin birden fazla annesi olabileceğinin kasdedildiğini ya da mü’minlerin bazı vafıslarından bahseden Ra’d/21 ve Nahl/50 ayetinde “yahşevne rabbehum/rablerinden korkarlar” kelimesinde çoğul eki kullanıldığına göre birden fazla rab kasdedildiğini hâşâ düşünüyor olabilir Allahu âlem… Tüm ayetleri lafızları üzerinden anlama hastalığına tutulmuş ve her kelimeyi lügat anlamı üzerinde değerlendirerek sürekli “Resûl, sözlük anlamı ile elçi yani mesaj/vahiy ileten demektir, Resûle itaat te o’nun getirdiği mesaja/vahye itaattir” diyerek, bu anlam üzerine elinden geldiğince abanarak Allah Resûlü’nü aradan çıkarmaya azm-u cezmû kasd eylemiş olan Bayındır ve Bayraktar “Muhammed, içinizden her hangi bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın elçisi ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir”.Ahzab/40 ayetine göre Hz. Muhammed sonra nebî gelmeyecektir ama Resûl gelecektir, gelmek zorundadır” diyor. Kur’ân’da geçen her ayeti lafız üzerinden anlamayı ve Kur’ân’da geçen her kelimeyi de lügat anlamı üzerinden değerlendirmeyi bir metod edinen bu zevâta soralım o vakit; Hindistan’da ortaya çıkan meşhur “Kadıyânîlik” akımının kurucusu olarak bilinen Mirza Gulam Ahmed Kadıyânî, 1902 yılında vahiy aldığını ilan edip bir Nebî ve Resûl olduğunu iddia etmiştir bu konudaki itirazlara karşı da 1902 yılında “Tuhfetü’n-nedve” ve 1907 yılında “Hakîkatü’l-vahy” adıyla iki eser telif etmiştir. Gulam Ahmed ve Kadıyânîler, Türkçe olarak neşredilmiş bir meallerinde Ahzâb/40 ayetinde geçen “Hâteme’n-Nebiyyîn” kelimesini ise –tıpkı Bayındır’ın ve Bayraktar’ın lafızları anlama/yorumlama ameliyesine paralel bir benzerlikle- lügat anlamı üzerinden meallendirerek yorumlamışlar ve ayeti şöyle meallendirmişlerdir; “Muhammed, sizler gibi erkeklerin hiçbirinin babası değildir. Ancak o, Allahın Resûlüdür, hatta daha da üstündür. Yani o, Peygamberlerin mührüdür. Allah herşeyi çok iyi bilendir.”Ahzâb/40 Kadıyânîler, meallerinde bu ayete şöyle bir not düşmüşler; “Bazı ulemâ hâtemen nebiyyîn’ kelimelerini Peygamberlerin sonuncusu’ olarak tercüme ederler. Aslında hâtem’ kelimesi Arapçada mühür’ anlamına gelmektedir. Mühür ise ancak tasdik etmek, onaylamak için kullanılır. Yani Hz. Resûlullâh mührü yani tasdiki olmadan hiçkimse peygamberlik mertebesine ulaşamaz. Bu ayetteki hâtemen nebiyyîn’ sözü bu anlama gelmektedir. Bir diğer anlamına göre ise hâtemen nebiyyin’ Peygamberlerin en üstünü ve en iyisi demektir. hâtem’ kelimesinin bir diğer anlamı da bir süs eşyası olan yüzük’tür. Bu anlama göre ise hâtemen nebiyyin’ sözü Bütün Peygamberlerin süsü’ ya da Bütün peygamberlere süs veren’ demektir.” 19 Şimdi; Eğer Bayındır’ın ve Bayraktar’ın kendilerine aslî bir metod edindikleri “Kur’ân’daki kelimeleri, lafız ve lügat manası üzerinden anlama” ameliyesi ile ortaya koydukları bâtıl ve mesnedsiz bir te’vil olan “Ayette Nebîlerin sonuncusu diyor, Resûllerin sonuncusu demiyor, o halde Kur’ân’ı tebliğ eden herkes bir Resûldür. Ben de bir Resûlüm” iddiasına göre, Kadiyânîlerin bu yorumunu değerlendirirsek, Bayındır’a ve Bayraktar’a göre bu lügâvî te’vil/yorum da tamamen doğru olmak zorundadır. Şimdi Bayındır’a ve Bayraktar’a soralım; Kadıyânîlerin lügat üzerinden bakıldığında –doğru şekilde- ortaya koydukları “Nübüvvet devam etmektedir” şeklindeki bu yorumu/te’vili sadece Kur’ân’a dayanarak kat’î bir şekilde çürütebilir misiniz? “Çürütebiliriz” derseniz, buyrun meydan sizin… Ezcümle; “Nebî’ye itaat yoktur. Res’ûl’e itaat te O’nun tebliğ ettiği ayetlere itaattir. Dolayısıyla Kur’ân ayetlerine itaat’tir. Resûl’ün bizâtihi kendisine, açıklamalarına, beyânına, örnekliğine, tefsirine, Sünnete itaat yoktur” diyerek, Peygamberi Sünneti, Sahabeyi, Ulemayı, Usûl ilimlerini tamamen devre dışı bırakıp Dini sadece Kur’ân’ın salt metnine indirgeyerek, daha sonra da o metni şahsî, sübjektif, indî, metodsuz, usulsüz bir okuma/anlama faaliyetine tâbî tuttuğunuzda, Allah’ın Kur’ân’da ne demek istediği yani murâdullah doğru bir şekilde tesbit edilemez. Ve tabii ki böyle bir ameliyenin sonucunda, Yahudilerin ve hıristiyanların kutsal kitapları ellerinde iken o kutsal kitapları şahsî yorum ve te’villerle tahrif ederek sapıtmaları tecrübesinin tekerrürü kaçınılmaz olacaktır. Bunca sene delalet mebhasleri ile haşır-neşir olmuş olması gereken birisi, böyle “küllî” bir meseleyi hiçbir usûl zeminine oturtmadan, kat’i aklî ve naklî delillere dayandırmadan, bilhassa ilgili naklî delillerin tamamını bahse konu etmeden sadece bir-iki kelimenin zahir anlamı üzerine bina etmekte hiçbir sakınca görmüyorsa hem ortaya koyduğu bu arızalı nübüvvet ve risâlet anlayışı hem de bu arızalı anlayışın semeresi olarak Efendimiz itaatin, ittibânın ve iman etmenin herhangi bir pratik neticesi ve mantıklı bir anlamı olmaması sebebiyle bu arızanın bir sonraki durağının arızalı bir “ilâh tasavvuru” olması sonucu, hem kendisi için hem de takipçileri bakımından son derece ciddî sıkıntıların ortaya çıkması tabiî bir durum olacaktır. Şükrü Yaşar Dipnotlar 1- 2- Râğıb el-İsfahânî, el-Müfredât fî garîbi‟l-Kur‟ân, s. 503; Muhammed b. Manzûr, Lisânü‟l-„Arab, I, 161. 3- İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, es-Sıhâh Tâcü‟l-luga ve Sıhâhu‟l-„Arabiyye, VI, 2500; Muhammed Murtazâ ez-Zebîdî, Tâcü‟l-„Arûs min Cevâhiri‟l-Kâmûs, I, 122–123. 4- Râğıb el-İsfahânî, s. 503, 504; Cevherî, VI, 2500. 5- Cevherî, VI, 2500; İbn Manzûr, I, 161-162; Muhammed Ali b. Ali et-Tehânevî, el-Keşşâfü ıstılâhâti‟l-fünûn, IV, 165; Zebîdî, X, 354-355. 6- Râğıb el-İsfahânî, s. 504; Adudüddin el-Îcî, el-Mevâfık fî „ilmi‟l-Kelâm, 337; Zebîdî, I, 122. 7- Cevherî, I, 74; Râğıb el-İsfahânî, 503 vd.; İbn Manzûr, I, 162-163. 8- Bağdâdî, Usûlü‟d-dîn, s. 153-154; Adudüddin el-Îcî, s. 337; Teftâzânî, Şerhu‟l-Makâsıd, V, 5; Zebîdî, X, 354-355. 9- Meryem 19/17. 10- Ebû Bekr b. Muhammed İbn Fûrek, Mücerredü Makâlâti‟ş-Şeyh Ebi‟l-Hasan el-Eş‟arî, s. 174; Seyfeddin el-Âmidî, Ebkârü‟l-efkâr fî usûli‟d-dîn, IV, 8-9; İbn Manzûr, I, 162 vd. 11- Râğıb el-İsfahânî, s. 504; Zebîdî, I, 122 vd. 12- Cürcânî, et-Ta’rîfât, s. 328. 13- Âmidî, IV, 13; Teftâzânî, V, 5; Tehânevî, IV, 165. 14- Mâtürîdî, Te‟vîlâtü Ehli‟s-sünne, II, 295; III, 269. 15- Cürhümîler için bknz; 16- Enfâl / 67, 68; “Savaş alanında düşmanı etkisiz hale getirinceye kadar hiçbir nebinin esir alma hakkı yoktur . Siz, dünya malını hemen elde edeceğinizi istiyorsunuz. Allah ise Ahireti sonrasını istiyor. Üstün olan ve doğru kararlar veren Allah’tır. Rumların yenildiği gün Allah’ın yardımıyla sevineceğinizi Allah önceden yazmasaydı, aldığınız esirlerden dolayı başınıza büyük bir felaketin gelmesi kaçınılmazdı”. 17- Hucûrat / 1. 18- Hucûrat / 2. 19- Kadiyânîlerin Ahzâb/40 ayeti hakkındaki yorumları/te’villeri, Ebubekir Sifil Hoca’nın ilgili bir konuşmasından iktibastır. ŞÜKRÜ YAŞAR – www. www.

sünnet olmuş birine ne denir